“To be, or not to be / That is the question” Shakespeare
Çarpıcı ve insan tekini kendine getiren soruyu, çocukluk yıllarında önce kendine, sonra da konuğu olduğumuzda salona sormuştu 2009 Mart ayına kadar on yıl süreyle, iki dönem Viranşehir’de Belediye Başkanlığı yapan Emrullah Cin.
İlkokula başladığı gün henüz Türkçe bilmemektedir, tıpkı diğer birçok Kürt çocuğu gibi! Öğretmen sınıfa girer ve Emrullah’ı işaret ederek “Kalk” der. Emrullah anlam veremez ve oturmaya devam eder. Öğretmen bir daha, parmağıyla işaret ederek “Kalk” der. Yine anlam veremez Emrullah. Sonra öğretmen bütün kızgınlığıyla boğazından tutup ayağa kaldırır ve tokatlamaya başlayarak “Sana kalk diyorum!” der Emrullah’a.
Yıllar sonra anlattığında paylaşmıştı asıl meseleyi. Türkçedeki “Kalk” kelimesi Kürt coğrafyasında telaffuz edildiğinde Kürtçede kışın yenmek üzere kurutulmuş “Armut Kurusu” anlamına gelen “Qax” gibi anlaşılır. Meğerse Emrullah’ın anlam veremediği buymuş. Durduk yerde okulun ilk günü öğretmen ondan meyve kurusunu ne diye istesin ki!
Özellikle kırsal köklü ve okumuş hangi Kürt şahsiyetine sorsanız benzer bir okula başlangıç gününe dair hüzün ve dayak dolu ilk ve sonrası günlerdeki egemen dil Türkçeyi öğreninceye kadarki eziyet anlatımlarına tanık olursunuz.
İşte sanırım bugün 90 senelik cumhuriyetin Kürt'ü tanımlama ve “sorunu” çöz(me)me konusundaki vurdumduymazlığı bu noktadan bakılarak çözülebilir.
Sorunun çıplak haleti ruhiyesini bir kez daha kurmaca-belgesel türüne, çok iyi bir örnek sayılabilecek “İki dil bir bavul” filminde izledim. Denizlili bir öğretmenin hayatın bütün nimetlerinden mahrum Karacadağ köylerinden birinde ilkokul çocuklarına geçmiş pratiklerden bildiğimiz sert üslubun dışında, çok daha naif bir üslupla Türkçe öğretme gayretlerinin sinemasal tezahürü. Yıl boyu süren çabayla çocuklar kırık dökük birkaç kelime Türkçe öğrenip yılsonu karnelerini devlet okulundan alıyorlar. Öğretmen de birkaç kelime Kürtçe öğreniyor çocuklardan…
Hayatın kendisi ise çok daha sert ve acımasız...
Yıllar önce tek partili dönemde Diyarbakır’ın ilçelerinden birinin köylerinden bir kaçına Balkan ülkelerinden göçle gelen Türkler yerleştirilir. Amaç Balkan göçmenlerinin Kürtlere Türkçeyi öğretmesi ve tabii ki Kürtlerin asimilasyonudur. Yıllar geçer aradan. Politikayı uygulayan zatın yolu birgün oralara düşer: “Hele bir bizim bu Türk göçmen soydaşların halini sorayım. Kürtlere, Türkçeyi öğretebildiler mi?”. İner trenden, gider köye, soruyu olanca çıplaklığıyla sorar. Yanıt ironiktir. “Nerde begım. Onlar bize Kürtçeyi öğrettiler.”
Şimdi sözün bu noktasında önce entelektüel bir hesaplaşma içinde olmamız gerektiği düşüncesinde olduğumu vurgulamak durumundayım. Birçok Türk aydınının “görünür” hali ile, “niyet” hali birbirinden çok farklı. Bunu pratiklerimden çok iyi bildiğimi söylemeliyim. Kafalarda, zihinlerde ve algılarda hep “Bizim Kürtler işte, ne olacak!” diyen “küçümseyici” hatta “aşağılayıcı” algı var. Hoş bu algıya altyapı oluşturacak bir miktar Kürt de İstanbul merkezli birçok metropolde her daim var. Olmaya da devam edecek eminim. Televizyon kanallarını tıkladığınızda ya da kimi gazetelerde gözünüzün içine bakarak “kendilerini beğendirmeye çalışan” ve “Bakın biz o sizin bildiğiniz Kürtlerden değiliz ha!” demeye getiren metropolün beyaz Kürtleri benim kastettiğim.
Ama asıl niyetim onlar değil. Derdim başka.
Murathan Mungan’ın “kepenk”ini açıp “istediler yazdım”, “sordular söyledim” dediği “hayat atölyesi”ni okuyorum bu günlerde.** Murathan, aydın sorumluluğunu daha ilk sayfada, biyografisinde hissettiriyor. Dünyanın birçok diline, kitaplarının, seçkilerinin çevrilip yayınlandığını bildiğim Mungan, biyografisinde; özellikle şiirlerinden yapılan seçkilerin Kürtçeye çevrilip yayınlandığını, kitaplarının Kürtçe isimleriyle birlikte yazmış.
Bu tekil ve haysiyetli örnekten yola çıkarak, kitapları Kürtçeye de çevrilen kimi yazarların, Kürtçeye de çevrilmiş olma kıymetini görmemeyi, hatta yazılı künyelerinde es geçmeyi hangi aydın sorumluluğu ile bağdaştırdıklarını doğrusu epeycedir düşünüyorum. Hani “şeytan ayrıntıda gizlidir” derler ya! Benimkisi de o mesele. Kardeş dediğiniz halkın dilini ayrı bir dil ve kıymete haiz bir dil gibi içten bir algıya sahip olarak mı algılayacaksınız, yoksa hâla enseye tokat küçük kardeş, hatta üvey kardeş muamelesi ve “Bizim Kürtler!” hesabı mı yapacaksınız?
Bunları yazmanın “metropol tilkilerini” rahatsız edeceğini de biliyorum. Varsın etsin. Çoktan o türden muhterem zevatla köprüleri attık bile…
Sorun çözmeye yeltenilirken böyle ince ayrıntılar da var, bilmem haberiniz var mı? Ben sorayım da gerisi size kalmış…(ŞD/EÜ)
* Olmak ya da olmamak / İşte bütün mesele bu…
** Murathan Mungan, Hayat Atölyesi, Mayıs 2009 Metis, İstanbul