Payitahtı ilk olarak ziyaret edenleri Galata Kulesi’ne götürmem, başkentte adımlarımın beni Şengül Hamamı’ndan Ankara Kalesi’ne sürüklemesi de aynen bu yüzden; üstelik bu ilk ziyaret değil, ta 80'li yıllardan beri mihmandarlık yaptığım turist kafilelerini Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nden sonra tepeye çıkarmak adetim olmuştu.
Ama yıllardan sonra, neredeyse yirmi senedir başkentin belediye hizmetlerini yürüten tek başkanın icraatlarını düşündükçe korkarak ağır ağır çıkıyorum beni zirveye götürecek merdivenleri.
Arkasında kendi partisinden bir hükümetin desteğiyle, üstelik başbakanın bitmez tükenmez dinamizminin etkisinde nasıl bir manzarayla, ne denli bir değişim ve dönüşümle karşılaşacağımı tahmin etmeye çalışarak.
Defalarca hayran kaldığım, dünyada eşi olmayan müzenin önünden geçerken eski bir sevgilimi tekrar görme duygusuyla içeri gireyim diyorum; salonlarının büyük bir kısmının kapalı olduğu görevliler tarafından söylenince anında vazgeçiyorum, yöneticilere içten içe sinirlenerek, yıllardır kapalı olan Selçuk Kalesi ve özellikle müzesini hatırlayarak.
Tırmanışa devam edip virajı döndüğümde yeni bir müzenin açıldığını fark ediyorum; Koç'ların restore ettirdiği Çengelhan, ön planda Divan markasıyla kenti soylulaştırma faaliyetlerinin taze bir örneği olarak boy gösteriyor.
Kale girişinin tam karşısında Endüstriyel Mirasın Aynası şiarıyla açılan müze için, başkentin tarihî tepesinde ülkenin güç dengelerindeki paylaşımın tipik bir örneği diye düşünüyorum.
Kahverengi ve siyah renklerin hâkim olduğu, iyice kararmış surların içinde beni neler bekliyor? Yıkıldı yıkılacak görüntüsünden hiçbir şey yitirmemiş kasvetli kapıdan usulca içeri süzülüyorum.
İlk anda bir zamanlar dökülmekte olan birkaç tarihî evin restore edildiğini fark ediyorum, ama biraz ilerleyince kendimi o gayet iyi hatırladığım mezbeleliğin ortasında buluyorum; yürünmesi bile zor olan taşlı, kara toprak sokaklarda ayakta zor duran yamulmuş cepheleriyle bazıları terk edilmiş, bazıları içinde yaşanan eski Ankara evleri ve mahallelinin durumunu birebir yansıtan suretleri; kapıları ve çerçeveleri deforme olmuş, dökülen cepheler, fakirlik, sefalet, çöküntü ve tükenmişlik.
Yıkılmış bazı evlerin boş kalan arsalarının otopark olarak değerlendirilmiş hali ve etrafa yayılmış çöpler, bazı sosyal tesislere konforlu biçimde ulaşabilmek için ara sokaklara serilmiş plastikten mamul çim saha halıları.
Kale içindeki diğer binalarla yakından uzaktan ilgisi olmayan turizm enformasyon bürosu stratejik bir köşeye kondurulmuş; Atatürk, RTE ve Gökçek posterlerinin yan yana dizildiği mimari ucubenin içine girdiğimde mekanın nefesle tükenmiş havasını solurken ikisi de başörtüsüz memurelerden soğuk, otoriter ve üstten bakan tavrıyla öne çıkanı, sorduğum adresi bilmediğinden yandaki bakkala danışmamı tavsiye ediyor.
Ankara taşıyla gelişigüzel restore edilmiş kale burcuna yöneldiğimde kırk yaşlarında, tavırlarından yabancı bir temsilcilikte diplomat oldukları belli olan bir çift müstehzi bir tebessümle etrafı seyrediyor; iddialı bir dünya devletinin başkentindeki tarihî kale, ülkenin geçmişine ve hazinelerine verilen değerin çırılçıplak ispatı olarak karşılarında; hatta ülkeye ve yöneticilerine duyulabilecek saygı ve gösterilebilecek itibarın seviyesi konusunda müthiş bir fırsat sunuyor.
Aşınmış merdivenlerden tırmanışımı sürdürürken bakımsız kale duvarlarına iliştirilmiş kolye ve çantalar satan semt kadınlarının renk dünyası beni anında cezbediyor; zor durumda olduğu her hallerinden belli, ailelerine üç beş kuruş kazandırmak için "Hend meyd" diye diye bir grup Japon turistin dikkatini çelmeye çalışan beyaz başörtülü kadınlardan üç tane kolye satın alıp tepeye varıyorum.
Puslu havanın izin verdiği ölçülerde tüm yönlere doğru göz alabildiğine yayılmış beton şehir, mantar gibi fırlayan gökdelenler, mimari hilkat garibeleri, gecekondu mahallesine dayanmış TOKİ görünümlü yüksek apartmanlar...
Şehrin muhtelif mıntıkalarında ve kalenin diğer ucunda, yüksek bir direkte dalgalanan al sancaklar…
Liseli oğlanlardan müteşekkil bir grup, uçmayıp kale burcunun göbeğinden ayrılmayan bir güvercini sıkıştırarak yakalamaya çalışıyor, yüksek sesle birbirlerine gaz veriyorlar.
Çarpık kentleşme şahikası, mega-köy görünümündeki içler acısı kimliksiz Ankara manzarasına, insanlık ve medeniyetin varabileceği sakalet seviyesinin kesif duygusu içime dolarak veda ederken maliye memurlarının hatıra satıcısı kadınlara müdahalesiyle karşılaşıyorum; sivil polis olabilecek enerji ve cüssede, çakı gibi bazı maliyeciler tarihî dokuya zarar verdiği için çantaların ve kolyelerin asıldığı çivilerin duvardan çıkarılması yönünde talimat veriyorlar...
Savaş alanından farksız, kendi haline terk edilmiş hissini veren kalenin günah keçileri kadınlara karşı memurlar kaba veya agresif değiller, hatta meselenin medyaya yansımış olmasından kaynaklandığını bile itiraf ediyorlar. Çok daha önemli işlere müdahale etmeye alıştıkları belli: "…yoksa biz rahatımızı bozup buralara kadar gelir miydik?"
Şehrin uğultusunu yırtan siren sesleri arasında kaleden uzaklaşıyorum, hatta bir haftalığına geldiğim başkenti de bir an önce terk etmeye karar veriyorum; beni ancak yeni ikametgâhım İzmir'e götürecek TCDD'nin yemekli vagonunda geçireceğim keyifli saatler paklar... (MT/YY)