herkese oluyordur sanırım:
uyurken herkes mutlaka rüya görür; ama uyanıldığında genellikle anımsanmaz.
sonra bir şey olur ve o rüyalardan birisi “şıp” diye aklınıza gelir.
bana da bu sabah böyle bir şey oldu.
bir süredir, marketteki çocuk gazeteler gelince birgün gazetesini getirip kapının koluna takıyor. markete gelen birkaç gazete hemen tükendiği için ay başında 30 günlük gazete parasını orada çalışan çocuğa peşin verdim, üzerine de bir beş tl. ekleyince bunu seve seve yapmaya başladı. böylece ben de ece temelkuran’ın hatırına gazeteyi düzenli alma ve okuma şansına kavuştum.
bugünkü gazeteyi okurken, ece temelkuran’ın son yazısındaki şu cümle çok hoşuma gitti:
“ve evet neşe. en çok neşeden ürküyorlar sanırım. neşeyi son ana kadar korumak gerek. gevşek değil; ciddi, bilinçli bir neşe. neşe ciddidir ve son derece politiktir.”
işte yazının tam bu anında dün gece gördüğüm ve o ana kadar unutmuş olduğum o rüyanın tümü “şıp” diye birden aklıma geldi. size bugün o rüyadan söz edeceğim. ne yapalım ki yaşadığımız gerçeklere dair yazmak ne yazarken beni, ne de muhtemelen sizleri okurken “sağlıklı” kılmıyor.
sanırım aslında o rüyayı görme nedenim de buydu. çünkü dün günboyu yaşadıklarımızı düşündüm. tabii onlara karşı nelerin, nasıl yapılması gerektiğini de...
beyin insana tuhaf oyunlar oynuyor her zaman...
bana da oynuyor... hem de sık sık!..
metroda “tost” vaziyetleri
rüyamda bir metrodaydım. çok kalabalıktı metronun vagonu. insanlar neredeyse birbirine yapışık vaziyette duruyorlardı. sıcaktı ve her taraftan farklı kokular yükseliyordu.
bir de ışık çok azdı. metronun lambalarının çoğu sönüktü. yananlar ise az ışık veriyorlardı ve yayılan ışık da beyaz değil, kötü bir turuncu rengindeydi. sanki her yere bir kusmuk bulaşmış gibiydi...
üstelik çok da yavaş gidiyorduk. ayaktaydım ve yalnızdım. sanki biraz da küçülmüştü vücudum. herkes benden büyük, iri yapılıydı.
kapıyla aramda hepsinden çok daha iri bir başka adam vardı. benim ardımdan içeri girince, tam kapı kapanırken olduğu yerde döndü, yüzünü kapıya, sırtını bana doğru çevirdi ve sanki içeriye bir şeyleri tıkar gibi geriye doğru dayandı, dolayısıyla da üzerime yaslandı. benim arkamdaki kişi de benim önümdeki adamın beni itmesi yüzünden geriye doğru gitmemden rahatsız olmuş olmalı ki o da geriye doğru, yani bana daha bir bastırdı. iki kalıplı adamın arasında tam “tost peyniri” durumundaydım.
son anda başımı yana çevirerek havasız kalmaktan kurtuldum. ama önümdeki ve ardımdaki insanlar bastırmayı sürdürüyordu. ağzımdan burnumdan hava giriyor ama göğüs kafesim genişleyemediği için akciğerime hava giremiyordu.
boğulacak gibiydim.
metrodaki “y”
bu halde ne kadar zaman geçirdim bilmiyorum. ama bana binlerce yıl gibi geldiğini çok iyi anımsıyorum.
kapının yeniden açılmasıyla ayakta duranların neredeyse hemen hepsi indi ve birden vagon boşaldı. sanırım aktarma istasyonlarından birisine gelmiş olmalıydık.
vagonda şimdi yalnız koltuklarda oturan insanlar vardı. ben dahil ayakta duran insan sayısı ise on kişi civarındaydı. ama sıcaklık, koku ve ışıksızlık aynıydı.
boş yer olup olmadığını anlamak için vagonun içini gözden geçirirken gördüm onu birden: daha önce söz ettiğim “y”lerden birisiydi. vagonun dibinde yere oturmuştu.
kıyafeti aynıydı, üzerinde çuvaldan pançosu vardı ve yine kapüşonu kapalıydı.
bir an başını yukarı doğru kaldırdığında daha önce konuştuklarımdan birisi olduğunu fark ettim. yüzü sanki bir fener tutulmuş gibi apaydınlıktı. öyle olmasaydı onu tanıyamazdım sanırım. bir an göz göze geldik. önce o gülümsedi bana, sonra ben de ona gülümsedim. Belli belirsiz dudakları kıpırdadı. kulaklarımda yalnızca metronun motorunun sesi vardı. dolayısıyla o uzaklıktan onun sesini duymam olanaksızdı. ama yine de yanına gitmemi istediğini söylediğini kafamın içinde duydum. ona doğru giderken ses beynimin içinde yankılanıyordu, ama kulaklarımda motorun sesinden başka ses yoktu. sanki içinde olduğumuz ortam görünmez bir sıvıyla dolmuştu o anda ve ben o sıvının içinde yüzerek gidiyordum onun yanına doğru. vardığımda dikkatle yüzüme baktı. dudakları kımıldamıyordu ama benimle konuşmayı sürdürüyordu:
“burada değildiniz uzun süredir!”
“değildim evet...”
onunla konuşurken benim de ağzımdan herhangi bir ses çıkmadığını o anda fark ettim. başka bir yolla konuşuyorduk onunla:
“çok şey oldu siz yokken... biliyor musunuz?”
“evet! biliyorum... hem de çok şey...”
kızlı erkekli topluyorlar
ne olduğunu bilmiyordum oysa. düşündüm biliyor muydum diye. yok! gerçekten bilmiyordum. ona yalan söylüyordum ve ama cümleler kendiliğinden oluşuyor ve ona iletiliyordu. kontrol edemiyordum aklıma gelenleri. kendimi de dinlemeye başladım. beynim sanki benden bağımsız konuşuyordu onunla. acaba farkında olduklarım dışında bir şeyler mi biliyordum.
“siz olmadığınız için oluyor bunlar.”
“benim nasıl bir etkim olabilir ki olanlara! hem de yokken...”
“bilmem. öyle oluyor ama... siz gelince duruyorlar, gidince yeniden başlıyorlar.”
meraklanmaya başlamıştım ama ağzımla soramıyordum, neden söz ettiğini. giremiyordum beyinlerimiz arasındaki bu diyalogun arasına.
“artık gitmeyi düşünmüyorum. kabul ederseniz hep sizinle olmak istiyorum bundan sonra...”
“hep olmaz. gerekirse biz sizi çağırırız ya da buluruz ama yakında olmanız gerekir.”
“peki nasıl haber vereceksiniz bana?”
“şimdiki gibi. bizi duyduğun için bu metroya bindin ya... şimdi sorsam nereye gitmek için bu metroya bindin diye, ‘bilmiyorum’ dersin bana. çünkü biz seni çağırdık. Şimdiye kadar da hep öyle olmadı mı! çağırdığımızda hep geldin şimdiye kadar. yine çağırırız, yin duyarsın, yine gelirsin. ama uzağa gitmemelisin. çünkü bizi duysan da hemen gelemiyorsun, o zaman da bunlar hep oluyor...”
iyice meraklanmıştım. bir daha düşündüm ben yokken nelerin olduğunu.
“siz o yazıları yazınca çok katılım oldu aramıza, sayımız çok arttı. ama şimdi yine azaldık. çünkü evlerden topluyorlar hepimizi birer birer... aslında herkesi topluyorlar. kızlı erkekli birlikte olmak yetiyor onlara toplamak için. tahammül edemiyorlar bir arada olunmasına. herkesi toplayınca bizim arkadaşlarımızı da toplamış oluyorlar.
cezaevleri doldu. üç kişilik yere onbeş kişi kapatıyorlar. önce bazı yurtları, okulları hapishane yaptılar. yetmedi. şimdi de akıl hastanelerinden başlayarak hastanelere koyuyorlar. dün de üç arkadaşımızı koydular buradaki büyük akıl hastanesine.”
kahkahayla, oyunla direniş
“şimdi ne yapacaksınız?”
“oynamaya karar verdik!”
“ne oynayacaksınız?”
“oyun, dans! hepimiz nerdeysek orada, her olduğumuz yerde sürekli gülecek, oynayacak göbek atacağız...”
tam o anda kocaman bir kahkaha attı ve bir anda ayağa kalktı. üstündeki pançoyu ellerini yukarı kaldırarak başından aşırdı. bacağının arasına bağladığı bez dışında çırılçıplaktı. filmlerdeki ‘hint fakirleri’ne benziyordu. hem hali, hem de kahkahası komiğime gitti, ben de gülmeye başladım.
“gül, gül! gülmeliyiz, hepimiz gülmeliyiz. bu iyi. en iyisi bu!”
aynı anda vagondaki herkes hep bir ağızdan gülmeye başladı. önce hafif olan gülme sesleri, gülmeler kahkahaya dönünce çoğaldı.
sanki vagondaki insanlardan daha çoktu çıkan ses. sanki bir hoparlörden yayın yapılıyormuş gibi metalik bir hal aldı sesler ama giderek de yükseliyor ve şiddetleniyordu.
kahkahalardan kaynaklanan bir orkestra gibiydi ve sesler giderek bir oyun havasının ezgisine denk bir şekilde azalıp yükselmeye başladı. aynı anda oturanlar, ayaklarını yere vurarak oyun havasının ritmine eşlik etmeye başladılar.
o ise ortada oynamaya başladı, kollarını yana açmış, kendinden geçmiş bir şekilde bir yılan gibi kıvrılıyor ve dans ediyordu. onun saçları uzun, bedeni bir kız gibi olsa da bir erkek olduğunu biliyordum. ama bir kadın gibi oynuyordu: ritmik ve estetik biçimde.
oynarken benim etrafımda da dönmeye başladı. bir yaklaşıp bir uzaklaşıyordu. her yaklaştığında elini bana uzatıyor, sonra çekiyordu. çektiği sırada üzerimdeki giysilerden birisini elinde görüyordum.
biraz geriye çekilmeye çalıştım ama ayaklarım sanki yere yapışmıştı ve kıpırdayamıyordum. çok sürmedi, ben de onun gibi çıplak oldum. bir tek külotla kalmıştım. bana yeniden dokunmasın diye düşündüm ve tek çare onun gibi oynamaktı. o niyetle ayağımı yukarı çektiğimde kaldırabildiğimi fark ettim ve ben de ona eşlik edip oynamaya başladım.
bir iki dönüşten sonra oturanların da teker teker ayağa kalkıp üzerlerindekini çıkardıklarını ve iç çamaşırlarıyla kaldıklarını, sonra da oyuna katıldıklarını gördüm.
en son oynayan da vagonun kapısında ayakta duran ve başından beri bizi izleyen güvenlik görevlisiydi ve bir anda o da üstündekilerden kurtuldu ve büyük bir şevk ve heyecanla oyuna katıldı. yine herkes oyun havasının ezgisini oluşturacak şekilde gülüyor ve kahkaha atıyorlardı.
metro her durduğunda birileri daha bindi ve yeniden kalabalık oldu metro. ama her binen de soyunup oynayanlara katılıyor, kahkahalarıyla oyun havasına eşlik ediyorlardı.
mavilik ve kavallar
birden sönük ışıklar yandı. ortalık masmavi oldu. her şey maviydi. kollarım gövdem, her yerim “avatar” filmindeki gibi uçuk bir mavi renge büründü. aynı anda metro durmuştu. kahkahalar ve oyun da durdu. adam yerdeki pançosunu kaldırdı. altında bir çuval vardı. çuvalı açtı, içi kaval doluydu. ayaktaki herkese bir tane verdi.
yine sesi kafamın içinde yankılandı:
“hepiniz artık birer kavalcısınız. fareli köyün kavalcısı! gidin ve bizi bu hale getiren farelerden kurtarın kendinizi. çalar ve onları ardınıza takabilirseniz her şey yeniden eskisi gibi olacak. haydi durmayın.”
metro birden boşaldı. kimse kalmadı. en son vagondan o çıktı. metro durağının koridorlarından soldakine saparken geri döndü ve bana baktı.
yine gülüyordu. beynimde sesini yeniden duydum:
“çuvalın içinde bir kağıt var. onu oku ve yaz, duyur herkese”
mavi ışık onun kaybolmasıyla birlikte kayboldu. kaval çuvalını yerden aldım. elimi dibine doğru soktum. gerçekten de bir kağıt vardı. kağıdı çıkardım ve okudum. başlıklar halinde yazılmış bir nottu ve üzerinde şunlar yazıyordu:
kahkaha koalisyonu
“manifesto:
neşe iyidir.her koşul ve durumda neşeli olmak da iyidir.
neşe gençleştirir. gülmek iyileştirir. kahkaha atmak güzelleştirir.
oynamak ise hem gevşetir, hem güçlendirir, hem de direnci ve dayanışmayı yükseltir.”
- sanal, kurumsal olmayan, başkan, sekreter vb. resmi organları olmayan ağsı bir yapılanmadır. merkezi ve yerleşim yeri her yerdir.
- yapılanmaya dahil olmayı isteyen ve talep etme koşuluyla, gülebilen, kahkaha atan, oynayabilen isteyen herkes yapılanmanın doğal ve doğrudan üyesidir,
- üyelik “gönüllü ve gönülle”dir; aidatı, kaydı, onayı, izni, formalitesi yoktur.
- her üyenin kod adı cinsel kimliği ayırt edilmeksizin “neşeli”dir. isteyen önüne ve ardına hoşuna giden başka sıfatları yeğleyebilir.
- her türlü bireysel ya da toplumsal olay, olgu, durum, gerekçe, koalisyonun gündemi içindedir. üyeler bu konulara yönelik olarak her durumda neşeli olmak, gülmek ve kahkaha atmakla yükümlüdür. herhangi bir anda, tek tek ya da toplu olarak yapılması mümkündür.
- tüm üyelerin mutlaka çalabildikleri bir müzik enstrümanı, bir rozeti, bir pankartı ve konserve edilmiş hazır kahkahası bulunmalı ve daima yanında taşınmalıdır.
- koalisyonun bireysel ve toplu eylem biçimleri, neşeli olmak, gülmek, kahkaha atmak ve zil çalıp/takıp oynamaktır. bu eylemler herhangi bir bireysel ve/veya toplumsal nedene bağlı olabilir.
- tüm üyeler gülmeyi tetikleyecek her türlü durum, fırsat ve olanağı değerlendirerek hemen eyleme dönüştürürler.
- bir üyenin bu eylemlerden birine başlaması halinde, onu gören ya da fark eden diğer koalisyon üyeleri, özel bir engelleri ya da nedenleri yoksa bir yolla eyleme katılırlar.
- geçerli nedeni olmadan ortak eylemlere katılmayan üyelere gülünür,
- toplu olarak yapılacak kahkaha ve zil takıp oynama eylemleri için herkes çağırıcı olabilir. bu tür eylemlerin yapılacağı yerlerin kalabalık olmasına dikkat edilmelidir.
- üyelerin asıl iletişim biçimi “beyinsel yolla”dır. üyeler birbirlerine bu yolla ya da doğrudan gülerek çağrı yaparlar.
- üyeler birbirleriyle sanal olarak da iletişim kurabilirler.
- koalisyon buluşma, toplantı ve eylemlerinde gizlilik söz konusu değildir. her şey açık, herkes açıkta ve kimliğini ve aidiyetini ortaya koyacak şekilde davranır.
- kimse kimseyi bağlamaz ve kimse kimseye ağlamaz. herkes sadece kendinden ve koalisyonun varlığından ve neşelenmekten sorumludur.
- herhangi bir üye durumdan vazife çıkararak herhangi bir 30 şubat gününde kendi koalisyonunu oluşturabilir. yine her üye ihtiyaç ortadan kalktığında yine bir 30 şubatta dağıtabilir.
- organize ilk eylem tarihi 30 şubattır. herhangi bir gün 30 şubat olabilir. hangi günün 30 şubat olduğunu koalisyonun tüm üyeleri önceden bilir. parola “30 şubat”tır.
- koalisyonun varlığı her yolla duyurulmalıdır. bu amaçla söyleşi, tv-radyo programları, internet siteleri, sosyal ağ grupları ve bağlantıları oluşturulur. hiçbir izne ya da onaya gerek olmadan bulunulan yerin adı önüne gelmek üzere “kahkaha koalisyonu” adı kullanılabilir.
- koalisyonun devamlılığı ve yaygınlaşması için gülme eğitimleri, toplantıları, gülmenin bireysel ve toplumsal yararlarına dair bilimsel, sanatsal, kültürel çalışmalar yapılır.
notun dibinde de şöyle bir ibare vardı: “kaval çalmayı bilmiyorum diye kavalı ağzınıza götürmekten çekinmeyin, kavalı ağzınıza aldığınızda çalabildiğinizi göreceksiniz”
kağıdı bir elimde, kavalı da diğer elimde sıkı sıkı tuttum.
gözümü açtığımda bir elimde yataktan aşağı düşmüş yorganın bir ucu, diğer elimde de karyolanın baş kısmındaki boru şeklindeki metalin olduğunu da o sırada anımsadım. o yarı uyur, yarı uyanık halimle kalkıp, aklımdakileri bilgisayara aktarmayı düşündüğümü de.
ama yataktan kalkınca hepsi bir anda aklımdan uçup gitmişti.
ta ki dediğim gibi ece temelkuran’ın yazısındaki o cümleyi okuyana kadar.
gazeteye göz atmayı bitirip, bilgisayarı açınca da akşam yatmadan önce sosyal ağlardan birisine yolladığım o mesel aklıma geldi.
ülkenin birinde padişah, vezirini yanına çağırır ve:
- “şunlara-şunlara zam yapın. sonra da bana halkın durumu hakkında bilgi verin” der.
vezir zamları aksatmadan uygular ve padişahın huzuruna gelir:
- “padişahım zamları yaptım. halk zamların ağırlığından yakınıyor, birbirlerine şikayette bulunuyor, konuşuyorlar” der.
padişah tekrar “şunlara-şunlara zam yapın. sonra da bana halkın durumu hakkında bilgi verin” der.
vezir zamları aksatmadan uygular ve padişahın huzuruna gelir:
yine “halk zamların ağırlığından yakınıyor, mızıldanıyor, sızlanıyor” der.
padişah tekrar “şunlara-şunlara zam yapın. sonra da bana halkın durumu hakkında bilgi verin” der.
vezir zamları yine aksatmadan uygular ve padişahın huzuruna gelir:
- “padişahım zamları yaptım. halk artık zamlardan yakınmıyor, birbirlerine şikayette bulunmuyor, konuşmuyorlar, sızlanmıyorlar yalnız, oynamaya başladılar” der.
padişah “tamam vezirim, bu halkın bundan sonra ne yapacağı belli olmaz, artık zam yapmayı durdurun” der...
herhalde bu fıkra da beynimde dolanıp o hale gelmişti.
beyin insana tuhaf oyunlar oynuyor her zaman...
bana da oynuyor... hem de sık sık!.. (ms/yy)