Yeni büroya taşınırken her şeyi değerlendirmeye, ölçmeye biçmeye dikkat etmiştik: Bina depreme dayanıklı mı, su ve elektrik tesisatı yerli yerinde mi, kapı ve pencere doğramaları doğru dürüst çalışıyor mu, güneş alıyor mu, havadar mı, asansör işliyor mı vs. vs...?
Ama en önemli ayrıntıyı, ya da deneyimin gösterdiği gibi en temel öğeyi, caminin müezzinini, gözden kaçırmış olabileceğimiz hiç aklımıza gelmemişti!
Sabah, duvarında bakır bir kabartma levhada yazıldığına göre Mimar Sinan'ın eseri olan minik caminin çevresinden dolaşarak işe gelmek; güne bu eski semtin eskimeyen hoşluğu içinden başlamak hepimizi vazgeçmek istemediğimiz bir ayrıcalık duygusuyla doldursa da, gün ilerledikçe bu duygu yerini bir iç azabına terk ediyor.
Türkiye'nin en bet sesli müezzini
En güzel günde bile, güneşin tepeye dikilmesi, artık işten çıkıncaya kadar üç, Cumaları dört kez, yaşayacağımız eziyet dolu anların başlayacağının habercisi oluyor: Çukurcuma Muhyiddin Molla Fenari Camisinin büronun yüksekliği hizasındaki minaresine dizilmiş hoparlörlerinden Türkiye'nin en bet sesli müezzini müminleri ibadete çağırıyor!
Cemaati, İstanbul'un, belki de Türkiye'nin en küçük camisine çağırmak için kapının önüne çıkıp "haydin namaza" diye seslenmek bile yetecekken, her gün bir parça daha artan volümle hoparlörlerden yükselen ciyak ciyak haykırışlar, kim bilir, ibadete gelmek isteyecekleri bile caydırıyor olmalı ki, bu küçük caminin cemaati hep küçücük kalmaya devam ediyor: Çevredeki üç beş esnaf!
Ama, müezzinin, komşuları namaza çağıracağım diye koparttığı haykırışların yarattığı gerilimi tarif etmek güç. Duyan bilir! İnsanın sinir sisteminin dayanabileceği ses şiddeti kaç "desibel" ise onun birkaç katı yüksekliğindeki vaveylanın doğurduğu gerginlik ve bunaltıdan mı söz etmeli, aynı odada çalışanların bile birbirlerini duymalarını imkansız kılan gürültüden mi, telefonda iseniz karşınızdakini "şu ezan bitsin de öyle konuşalım" diye geri çevirmek zorunda kalışınızdan mı?
Mısır Türkiye'yi örnek alıyormuş!
Neredeyse bir yıl oluyor buraya taşınalı! Başta da, evet, tedirgin ediciydi, ama yaz başından bu yana üstelik volüm durmadan yükseliyor, Çukurcuma Muhyiddin Molla Fenari Camisi'nin volümü yükseldikçe, iki yüz metre ilerdeki Firuzağa Camisi'ninki de, beş yüz metre ilerideki Tomtom Kaptan Camisi'ninki de... Ezan saati bütün İstanbul'da aynı olmasına karşın ezan hiçbir zaman hiçbir camide aynı anda okunmuyor. Biri başlıyor, arkadan öbürü, sonra diğeri... Uzaktakiler haydi neyse, oradaki komşuları ilgilendirir... Ama şu Çukurcuma Muhyiddin Molla Fenari Camisine bir çare yok mu!
Derken gazetede bir haber : Şu bizim İslamcıların dillerine, dinlerine hayran oldukları Mısırlıların başında da meğer aynı dert varmış: "...Minarelerdeki hoparlörlerin sesi sonuna dek açılınca kulaklar tahriş oluyor. Camilerin günde beş vakit ezanı birbirinden üç beş dakika arayla okumaları, bir müezzinin okumayı bitirirken diğerinin yeni başlıyor olması" da müminlerin kafasını karıştırıyormuş!
Ama sorunlar çözümleriyle birlikte çıkagelirler: "Asıl hoparlörle ezan okumak dine aykırıdır. İslam 1350 yıl boyunca hoparlör olmadan da işini gayet iyi görüyordu," demiş Mısır Din İşleri Bakanı Mahmut Hamdi Zakzuk! Ve Kahire'nin 4 bin camisinde radyo şebekesi aracılığıyla tüm camilerden aynı merkezi ezan yayınına geçilmesine karar vermiş!
Acı bir alay gibi sanki, ama Mısır Büyük Müftüsü uygulama için "Türkiye'de en az 38 kentte merkezi ezan yayınına geçilmesini örnek göstermiş." İyi mi!
Bu, Mısırlılara esin veren bir 28 Şubat efsanesi olabilir belki ama, hakikatle bir ilgisi olmadığını biz ve komşularımız biliyoruz. Gene de Kahire'yi İstanbul'a örnek gösterebiliriz belki. Madem bizim İslami dünyamız Araplarınkine bu kadar öykünüyor, işte örnek: Kahirelilerinki kulak da, bizimki değil mi?
Aslında bu işkenceye bir son vermek için resmi kanalları da denemedik değil! Mısırlılar gibi biz de bir zamanlar böyle kararlar alınmış olduğunu hatırlayıp İstanbul Müftülüğü'ne, Diyanet İşeri Başkanlığı'na telefonla ulaşmaya çalıştık ama, "ben bilmem, o bilir," diyen görevlilerin birbirlerine aktardıkları telefonlar, sonunda din işleri bürokrasinin dehlizlerinde kaybolup gitti...
"Yeşil ve Kırmızı" girişimi el atsın!
Şimdi son bir gayretle, öğle ezanı saati gelmeden bu tercümei hal, "e-diyanet"in dikkatlerine ulaşsın umuyoruz, yoksa mahallemizin zarif, biblo gibi güzel camisinin, kalem gibi minaresine tırmanma zahmetine bile katlanmayıp, oturduğu yerden avaz avaz bugünkü eziyet seanslarının açılışına başlayacak bizim caminin müezzini... Sonra ikindi, sonra akşam...
İşin aslı, bu meseleyi dile getirmek bize kalmamalıydı, mesela, Mehmet Şevket Eygi, Ahmet Taşgetiren, Abdurrahman Dilipak dururken... Müezzinimiz yakınmalarımızı "şeytan azapta gerek," diye kulak ardı edebilir ama, sanırım onlara kulak kabartacaktır. Abdurrahman Dilipak'ın Şanar Yurdatapan'la "Yeşil ve Kırmızı" girişimi acaba bu konuyu gündemine almayı düşünür mü diye merak da etmiyor değilim... Doğrusu bu meseleye el atacak olurlarsa girişimlerine büyük popülarite kazandıracaklarını söyleyebilirim. Gerçi bu durumda asıl yük Abdurrahman beyin sırtına binecek gibi görünebilir ama, ileride bunu, asıl yükün Şanar Yurdatapan'a yükleneceği başka bir projeyle telafi edebileceğimiz öneriler de sunabilirim kendilerine... Yoksa, Kahire'ye göç etmeyi ciddi ciddi düşüneceğim... (EK)