Önde 25 yıllık SEKA işçisi Necati Altıntoprak yürüyor, bir yandan da bilgi veriyor.
Dışarıda hava karanlık, içeride tek tük ampuller etrafı az buçuk aydınlatıyor. Makinelerden birinin önünde duruyoruz. Karşımızda mavi renkte, tıpkı makine gibi upuzun bir şema. Üzerinde makinenin her parçası hakkında bilgi var. Makinenin bittiği yerde kontrol ünitesinin önünde duraklıyoruz. Bir sürü kol, altlarında yazılar.
Canavarın karnında
Merdivenlerden yerin altına inip canavara bu kez karnının yanından, altından bakıyoruz. 108 metre boyu var, ama kalınlığı da sadece yukarıdan görüldüğü kadar değil, yarısı alt kata taşarmış.
Canavarlar uyuyor. Kendilerini uyandıracak, dillerinden konuşacak insanları bekliyorlar.
Bir kapıdan çıkıp yandaki diğer binaya giriyoruz. Bir zamanlar orada da ilk binadaki gibi birbirine paralel uzanmış iki canavar varmış. Şimdi sadece biri var. Onun paralelindeki uzun alan, yerdeki boşluklardan ibaret. O sökülüp götürülen canavar şimdi Kayseri'de. Doruk Kâğıt şirketi için başka bir işçi köyünün ahalisiyle kâğıt yapıyor.
6 saat yeter
Necati, sanki biri durup durup onu hep aynı şeyle suçlarmış gibi, hatta o suçlayan yakınlarda bir yerdeymiş de her an onun sesini kulaklarında duyuyormuş gibi, durmadan bir şeyi vurgulamaya çalışıyor. Elekleri gösterdikten ve gülerek "bir zamanlar bunlar plastik değil bronzdandı" dedikten sonra, "Şu anda hadi desinler, altı saat içinde üretime geçmiş oluruz" diye ekliyor.
Beyaz elekler dupduru, üstlerinde leke yok.
Aşık bir gazeteci, yazılan ve görüntülenen şeylerin usta bir tasarımcı tarafından sayfa boyutlarına yayıldıktan sonra baskıya girmesinden olağanüstü heyecan duyan biri, matbaaya girdiğinde heyecandan titreyebilir. Matbaanın kokusunda aşık gazeteci için kalbi hızlandıran bir şey vardır. Sesinde de.
Aşık gazeteci bir kâğıt makinesinin başına geldiğinde ise, onu her seferinde öyle heyecanlandıran aşkının ailesinden birinin yanına geldiği hissine kapılabilir. Yolu matbaaya düştüğünde nasıl kendini tutamayıp makinenin merdivenlerine tırmanıveriyorsa, kâğıt makinesine de öyle tırmanıp sarılma isteğine kapılabilir.
Makineler arasındaki karaltılar
Necati gölgelerden durmadan üstüne üstüne gelen o fısıltılara yanıt vermeye devam ediyor. Bu kez kolonlardan birinin yanında duruyoruz. Cep telefonunun ışığını tutuyor.
"Bakın diyor, bunlar soğuk perçin. Her yerde bunları görürsünüz. Bu yüzden 99 depreminde buraya bir şey olmadı. O zaman, o şartlarda bile, deprem tekrarlar korkusu olmasa üretime devam edebilirdik. Yıkmak istedikleri yer böyle bir yer."
Bu loş yerlerde tek tük insanlara rastlıyoruz. İnsan gecenin bir vakti neden burada olduklarını bir an için düşünüyor. Ama burası onların, hepsi bu.
İzmit SEKA'nın mülkiyeti hukuki olarak ne Necati'ye ne de gezerken rastladığımız karaltılara ait. Ne de haber yaptığı, haber okuduğu, sayfa yaptırdığı, arşivinden fotoğraf aradığı, kaç saat çalıştığını düşünmeden çalıştığı gazete binası gazeteciye aittir.
Ama gazete binasında, her an bir yerlerde rastlanabilecek karaltısıyla gazeteci oraların sahibi olduğundan bir an bile kuşku duymadan yaşar. İzmit SEKA'da gecenin bir vakti makinelerin arasında dolaşanların da aynı sorusuz akış içinde orada oldukları söylenebilir.
Bir dakika. Biz bu dünyaya öğrenmeye, anlamaya, üretmeye ve bu arada başkalarına öğretebileceğimiz yeni şeyler keşfetmeye gelmedik mi? Biz bu dünyaya gelirken, bu dünyanın hukuken bize ait olmadığına ve ayağımızı daima denk almayı bize mutlaka kabul ettireceklerine dair bir taşeron sözleşmesi mi imzalatıldı annemizle babamıza? Gerekirse, hukuken sahip olmadığımız bu dünyadan başka bir yere gönderilebileceğimize dair?
Aileler
Uyuyan canavarlara veda edip bahçeye çıktık. Yemekhaneye gittik. İçeride yüzlerce insanın, öyle sağır edici bir gürültü değilse de, konuşulanları duymayı epeyce zorlaştıran uğultusu.
Masalarda aileler. Uzaklarda bir televizyon açık. İzmit SEKA işçileri köyünün bütün nüfusu burada. Çay ocağında asılı bir yazı: "Çay yoook!" Demek ha bire soran o kadar çoook.
Az sonra yazının indirilmesiyle hemen bir kuyruk oluşuyor. Bir çocuk simit tepsisiyle geçerken durdurduk. Biz simitleri yerken bir masadan ikram peynirli poğaçalar geldi. Oturacak boş masa yok. Ayakta konuşuyoruz. O en baba canavarın boyunun 108 metre olduğunu orada, yanımıza gelen emekli ustabaşından öğrendik. Oğlu da burada çalışıyor.
İzmit SEKA ahalisi bu kafeteryayı işlevsel ve gayet "verimli" kullanıyor. Hem oturup sohbet ettikleri, çay içip karınlarını doyurdukları, hem de misafirlerini karşıladıklarında miting alanına çevirip sloganlarıyla inlettikleri yer burası.
"SEKA Direniş Bilgi İşlem Merkezi"
Kafeteryanın hemen yanıbaşında, direnişin merkezi olarak kullanılan mekânlar var. Sendika yöneticilerinin de bulunduğu küçük yerin bitişiğinde, daha büyükçe bir mekânda "SEKA Direniş Bilgi İşlem Merkezi" (kısaca "DBİM" denebilir) bulunuyor.
Yan yana dizilmiş bilgisayarlar. Beş-altı kişi, gözleri ekranda çalışıyorlar. Burada Internet'teki haber kaynakları taranıyor; gelişmeler, açıklamalar not edilip yönetime iletiliyor. Direniş adına kaleme alınan açıklamalar haber sitelerine gönderiliyor. Yazışmalar yapılıyor.
Çeşitli sitelerin forum sayfalarında SEKA direnişi hakkında yazılan yorumlara cevap veriliyor, bilgi veriliyor, o forumun kullanıcıları direniş sitesine davet ediliyor.
Direnişin bir değil, iki Web sitesi var. Biri, sekaizmit.com , veri tabanı üzerinde php kodlarıyla sayfa üreten sunucu temelli dinamik bir Web sitesi. Bu Web siteleri de DBİM tarafından yapılmış. Asıl site sık sık güncelleniyor. Sabah 3'e, 4'e kadar devam ediyorlar çalışmaya. Sonra biraz uyuyup tekrar ekran başına geçiyorlar. Bu sitelerin dışında sendikaları Selüloz İş'in Web sitesini de, tabiri yerindeyse "ayağa kaldırmış" durumdalar.
DBİM'cilerin arasında iş bölümü var. Doğan Erdemir, Ali Bozkurt, Bora Karahan, Mehmet Aydoğan, İnternet odaklı çalışıyorlar. Yaşar Akgün grafik tasarım yapıyor. Selim Gürel Web programlama ve Web tasarımı yapıyor. Mehmet Telorman donanımla ilgili sorunları çözüyor. Kemal Akyel ise DBİM'deki işlerin koordinatörü.
DBİM'in bulunduğu yer daha önce eğitim salonu olarak kullanılıyormuş. Direnişle birlikte burası bilgi işlem merkezine dönüştürülmüş, sendikadan bilgisayarlar getirilmiş, ADSL hat çekilmiş..
Yarın?..
Bu yazı yazılırken İzmit SEKA'daki direnişte 29. gün geride kaldı. Yarın ne olacak? Daha sonraki gün? Bir gün işletmenin yakınlarında "rap rap" postal sesleri mi duyulacak? Hukuku işletmeye gelenlerin sesleri? Dünyalarına ve yegâne hayatlarına sarılanları, gerekirse zor kullanarak, "mülk" sınırlarının dışına çıkarmaya mı çalışacaklar? Gerekirse, ne kadar zor kullanacaklar? Gerçek ve en büyük "düşman"ın "doğu"da ya da "kuzey"de değil de "içeride" olduğunu kaçıncı kez göz önüne serecekler?
"Rap rap" güçle ilintili bir şey; ne İzmit SEKA ahalisinin ne de Türkiye'nin üretici ahalisinin gerçeğiyle ilintili değil. Öte yandan "rap rap" ya da "güç ve şiddet"in kendi gerçekliğini yaratma kapasitesi var. Ama öyle de olsa, "rap rap"ın kendi gerçekliği de olsa, bu gerçeklik ahalinin gerçeğini gölgede bırakmaya, örtmeye yetmez.
Şarkılar, şakalar, aşklar, ilhamlar arada sırada gökten üzerimize mi yağıyor? Bunlar, sadece öğrenirken, üretirken, keşfederken ve öğretirken bizim yarattığımız şeyler değil mi? Altın kalpli canavarlarla birlikte onlar da mı başka dünyalara sürülecek?
DBİM'i birkaç günde yaratanların ilhamı bu sürgünlere er geç engel olacak. Meselenin, "karın doyurma" meselesinin ötesinde, "sadece" yaşama meselesi, üretme meşruiyeti olduğunu kâğıtçı başkalarına da öğretecek, öğretiyor. Meselenin "mekân" da olmadığını.. "İcazetle üretme"yi red eden, "özgürce üretme"yi talep eden gazeteci ya da besteci açısından da aynı şeyin yaşandığını..
Türkiye'de ya da çok bir uzak ülkede saz ya da gitar çalan parmakların kırılmasıyla şarkılar nasıl susmadıysa, "özgürce üretme" arzusu ve talebi de "rap rap"lara rağmen dinmeyecek. (ŞA/EK)