Bir metnin kaderini ilk cümlesi belirler denir, en azından ben de sıfır derece bir atmosferde buna inananlardanım. O halde giriş mahiyetinde kuralım bir cümle:
‘Kafka’nın hikayeleri adeta Kürtlere yazılmıştır.’
Dava ve Şato romanları başta olmak üzere, Ceza Sömürgesi metni ve birçok hikayesini okuyunca Kürtlerin güncel yaşadıkları ile bağını kurmakta zorlanmayız. Mesela Dava romanının giriş cümlesine bakalım: “Biri Josef K. 'ya iftira etmiş olmalıydı, çünkü kötü bir şey yapmamış olmasına karşın sabah tutuklandı.”
Yaklaşık on yıl önce ilk okuduğumda söyledim, halen de aynı yerdeyim; buradaki Josef K.’daki K.’nin Kürt olabileceği tezi halen capcanlıdır. Çünkü sebepsiz yere her sabah kapısı çalınıyor. Siz bu yazıyı okurken de kim bilir kaçının kapısı çalındı? Kim bilir…
Aksini iddia eden varsa, ki vardır, ayıp ediyor. Tamam hadi bu dediğimi yok saydınız, ‘Vor Dem Gesetz’ (Kanun Önünde) hikayesini nasıl yok sayacaksınız? Üzgünüm, sayamazsınız.
Kısaca, Kafka her yerden yoğun şekilde Kürtlere sesleniyor.
Kutsal kitapların deyişi ile ifade edecek olursam: ‘Bu gerçeği görmeyen, şüphesiz yanılgı içindedir.’
***
Bu yazıda da müsaadenizle Kafka’nın daha az bilinen bir hikayesinden devam edeceğim. Kafka’nın ‘Gemeinschaft’ adlı bir hikayesi var. Almancada ‘cemiyet-topluluk’ gibi anlamlara geliyormuş.
Hikaye kısa olduğu için öncelikle okumamış ya da okuyup unutmuş olanlara aktarmam lazım, hikaye şöyle:
“Biz beş arkadaşız; bir gün peş peşe evin birinden dışarı çıktık; ilk çıkan kapının yanında durdu, ardından ikinci çıktı, daha doğrusu bir civa topağı gibi kaydı ve ikincinin yanında yerini aldı, sonra üçüncü, dördüncü ve beşinci çıktı. Sonunda hepimiz bir hizada durduk. İnsanlar bizi fark etmeye başladılar; bizi gösterip “Şu beşi o evden çıktılar,” dediler. O zamandan beri birlikte yaşıyoruz; eğer bir altıncı sürekli aramıza katılmaya çalışıyor olmasaydı huzur içinde yaşayacaktık.
Bize bir kötülük etmiyor, ama sinirimizi bozuyor ve bu da yeterince kötü; neden istenmediği yere girmeye çalışıyor? Onu tanımıyoruz ve aramıza katılmasını istemiyoruz. Bir zamanlar, elbette, biz beşimiz de birbirimizi tanımıyorduk, hâlâ da birbirimizi tanıdığımız söylenemez, ama beşimiz için iyi ve hoş görülebilir olan o altıncı için iyi ve hoş görülebilir değil. Her hâlükârda, biz beş kişiyiz ve altı kişi olmak istemiyoruz. Ve zaten sürekli birlikte olmanın anlamı nedir ki? Bunun beşimiz için de bir anlamı yok, ama işte biz bir aradayız ve bir arada kalacağız; öte yandan, tecrübelerimize dayanarak, yeni bir kaynaşma istemiyoruz. Ama bunu altıncıya nasıl açıklayacaksın? Uzun açıklamalar onu neredeyse aramıza almamızla sonuçlanacaktı, o yüzden açıklama yapmamayı ve onu aramıza almamayı tercih ediyoruz. Suratını nasıl asarsa assın onu dirseklerimizle itiyoruz, ama ne kadar itersek itelim geri geliyor.”
Bu hikaye her haliyle Kafkaesk! Her haliyle ilginç!
Bazı ayırt edici durumlara hızlıca bakalım:
Bu beş kişi bir aradalar ama çok da ayrılar, birbirlerini tanımıyorlar, yabancılık var. Kapalı bir topluluk halindeler ve yeni birinin buraya katılmasına kökten karşılar.
Neden karşı olduklarını bilmiyorlar, en önemlisi de bilmek gibi bir gayretleri yok. Bir tercih olarak bilmek dahi istemiyorlar.
Kendi aralarında, adı konulmamış bir sözleşmeden kaynaklı ötekine tahammül yok. Hikayede net olarak ifade edildiği üzere, bir başkası ile kurulan hikayedeki belirsizliğin sapkın şekilde, dil-akıl birliğine denk gelmesi; bundan bir haz duyulması var.
Beni en fazla heyecanlandıran kısım şu: Onu dinlersek, konuşursak ya da açıklama yaparsak o aramıza katılır, ikna oluruz; dolayısıyla ona açıklama yapmıyoruz, diyalog kurmuyoruz kısmı...
Bu hikayeye elbette pek çok bağlamda farklı okuma pencereleri açılabilir.
Mesela Türkiye’nin bir ulus devlet ve onun yüzyıllık serencamında Kürtlerle kurduğu ilişkinin çok basit bir yansıması gibi. Dar bir gruptan müteşekkil devlet aklının, kendi devamlılığı için inkar ve imhaya sığınarak, diyalog ve konuşma kapılarını hepten kapatması; tam da hikayedeki beşli yapının kendi sözleşmeleri gereği kaskatı davranmasına benziyor.
Ne diyordu hikaye? ‘Her halükarda biz beş kişiyiz ve altı kişi olmak istemiyoruz.’
Neden ve niçin için mantıklı tek bir açıklama yok. Güç istenci bende oldukça durum bu dercesine bir tutum… Fakat Bauman’ın da deyimi ile ‘hiçbir zaman tam olarak elde edemeyecekleri güvenceye ulaşabilmek’ için de olduğunu biliriz.
Bu hikayeyi canlandıran 2008 yapımı bir kısa filminin yorumunda olduğu üzere, o beş kişi altıncının var olmaması için kendi hayatlarına kıyacak kadar reddiyecidirler.
Hikaye perspektifine ek olarak, o beş kişinin varlığını korumak için bugün hangi ideolojik aygıtlarla var olduğunu, kendini nasıl var ettiğini ve hangi siyasal sarkaçta salındığını uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Güncel iktidar, tüm çıplaklığıyla hepsinin bir çeşit zipli hali olarak önümüzde duruyor
***
Hikaye ve anlattıkları ya da olası anlatabileceklerini bir kenara bırakarak, esas ilgilendiğim ve tartışmak istediğim kısma geçeyim.
Bu hikayeden yola çıkarak şöyle bir soru soralım:
Bu beş kişinin haksız, hukuksuz ve anlamsız(!) şekilde bir altıncısını yanlarına almama şevkine ve bu uğurda gösterdikleri irrasyonalitenin anlamı nedir?
Bu soruların cevapları uzun uzadıya verilebilir; ulus devlet, iktidar, hegemonya, sömürge, kapitalizm vb. birçok başlıkta tartışmalar yürütülebilir.
Fakat buna girmek yerine, bizi daha derinden çağıran soruya odaklanmak gerekiyor: Beş kişiye karşı olarak, altıncı kişinin orada olmasını sağlayacak temel şey ne olabilir?
Yazı bağlamındaki derdimize uyarlarsak, modern anlamda son iki yüzyıl ve şiddet dozajının her türlü spektrumda test edildiği yakın tarihsellik içinde, Kürt sorunu ekseninde yan yana geliş, uzlaşı-diyalog nasıl sağlanabilir?
Bunun cevabı ‘siyasettedir.’
Fakat siyaset yapılmasına izin verilmeyen yerde, siyaset yapmanın ayrıca siyaseti, yol ve yordamı gerekli olduğu açıktır. Yani siyaset yapmak isteyenin yükü ağırdır.
Çünkü siyaset nihai kertede bir ‘mücadele’ sonucu açığa çıkandır.
Tam bu noktada küçük bir ayrıma da gidilebilir.
Politikayı siyaset kavramı içinde düşünüyorum.
Politika bir düzenleme sanatıdır. Üzerindeki tozu aldığımızda toplumun özgürlük alanı olduğu da görülür. Politika merkezi bir kavramdır. Onu reddettiğimizde iktidar kavramına, kabul ederek yürüdüğünüzde demokratik siyasete varırız.
Siyaset, politikayı içerir. Çekirdek politikadır ama belirleyen siyasettir. Politikasız bir siyaset düşünülemez. Politikası ahlaki olan bir siyaset bizi demokratik yönetime, aksi halleri de faşizme götürür, götürdü.
Özce; politikanın yoğunluk derecesi, siyasetin ve siyasal olanın da derecesini belirler.
O anlamda siyaset yapma, en zorlu mücadele alanıdır.C. Clausewitz’in kült eseri “Savaş Üzerine’ de vardığı üzere, savaş bile, siyasetin amaçlarına ulaşmak için kullanılan bir araçtan başka bir şey değildir.
Yazar Edouard Louis’nin paranteze aldığı “Siyaset, egemenler için genellikle estetik bir meseledir. Bizler içinse ölmek ya da yaşamak anlamına gelir” tespiti de ‘siyaset yapan ile üzerine siyaset yapılanlar’ gerçeğini güzel ifade ediyor.
Siyaset yapma, bir siyasal organizasyonun ya da sosyal hareketin amentüsüdür.
Siyaset, dost ve düşmanı ilan etme, onları hakeza ayırabilme gibi kategorik bir kudrete sahiptir. Bu kudret, neredeyse hiçbir kavrama bahşedilmemiştir.
Siyaset, bilince çıkarılmış inşalara dayalı olduğundan sonuç alır. Yeter ki doğru rüzgar yakalanabilsin.
Devlet, kendi siyasal gerçekliği ve geçmişi içinde siyasetin nelere kadir olduğunu en iyi bilen yapıdır. O anlamda devlet dediğimiz şey, sürekli bir kötülük örgütlülüğü içinde olarak; aklı kendisine düşman olan kurumsallıktır.
İşte hikayede altıncı karakteri özne yapacak meselenin veya arayışın siyaset olduğunu düşünme sebebim bu.
Kürtler, Kafka’nın hikayesindeki altıncı kişidir ve ‘dahil olmanın’ onurlu bir siyasetini arıyor.
Ne olacaksa bu saatten sonra siyaset ile olacak. Her türlü yol bizi buraya getirecek.
O halde Kürtler üzerinden siyaset yapma ama Kürtlerle siyaset yapmama geleneğine artık dur demek gerektiği gibi; siyaset yapma çabasını da her koşulda desteklemek ve buna dahil olmak gerekiyor.
Şimdi hikayenin son cümlesine geri gidelim: “… ama ne kadar itersek itelim geri geliyor.”
Evet, siyaset arayışı engellenemez, siyaset mücadelesi durdurulamaz. O her şekilde geri dönecek bir yer, yol bulur. Çünkü ortada varlık-yokluk gibi bir sebep var.
Bir hayalete indirgenmek istenen Kürt realitesinin sarmaşık misali her yerde, her şeyin başlangıca yerleşmesini başka nasıl açıklayabiliriz?