Van’dan dönüşümüzden birkaç gün sonra, şehir merkezinden uzakta bir bahçeyi gösteren dijital görüntüye bakıyorum. Güneşli bir sonbahar gününde çimenlerin üstüne konmuş plastik sandalyelere oturmuş bir grup insanın görüntüsü. Fotoğraf, cep telefonuyla ve amatörce çekildiğinden evin bahçesinde toplananların hepsini göstermiyor. Taziyeye gittiğimiz aileden sadece bir iki kişi kadraja girmiş. Sanki fotoğrafı çeken bizim oradaki varlığımızı kayıt altına almak istemiş. Kadraja giren geçici, kaybolmaya hazır, adalet dahil hiçbir şeyin güvencesi olmayan varlığımız. Korona virüs salgını nedeniyle bizi evde ağırlayamıyorlar, o yüzden bahçedeyiz.
Sandalyelerin arkasında dolaşan horoz ve kocaman bir hindi de kadraj dışında, arkamızda solda bulunan ahır da. Servet Beyin (Turgut) ölüm yolculuğuna çıkacağı köye gitmesinin nedeni ahırdaki hayvanlar. Topu topu birkaç inek ve koyun olmalı. Yalnızca seslerini duyuyoruz. Servet Bey hayvanların kışlık ot ihtiyacını karşılamak için köyüne gitmiş, köye yalnızca yazları birkaç ay gidilebiliyor. Kışın girmek yasak.
Taziye evi saldırıya uğramış
Servet Beyin imam olan kardeşi Naif Bey, oturur oturmaz duaya başlıyor. Ölünün ardından dua okumak bir gelenek. Ancak burada “helikopterden düşme” sonucu bütün kemikleri kırılarak ölen adamın taziye evinde kaçınılmaz olarak başka bir işlev kazanıyor. Taziye evi polis tarafından saldırıya uğramış, gözaltına alınanlar olmuş. Naif Bey, adeta bahçeyi ve oturanları o duayla korumak istiyor. Bizler de ellerimizi yavaşça yukarı doğru çeviriyoruz. Herhangi bir inancı göstermeyen bu çaresiz el hareketi yalnızca taziye evindekileri incitmemek amacını taşıyor. Ama hissediyoruz ki okunan, bir duadan çok daha fazlası. Dua, orada bulunanları kaynakları farklı olsa da ortak bir iman gücüyle birbirine bağlıyor. Naif Bey, Kuran’dan sureler okuyor. Adalet yok, hukuk yok, kesin ve kanıtlanmış bir gerçek ama kanıtlanmamış olan, baştan sona yalan da olsa hâlâ baş sokabilecek bir çatı. Karşımızda iki yurttaşını sapasağlam gözaltına alıp helikoptere bindiren ve sonra “helikopterden düştüler” diye hastaneye bırakan bir güç var. Anayasaya ve taraf olunan uluslararası anlaşmalara göre bu güç hepimizin yaşamından ve esenliğinden sorumlu. Bu dünyadan, öbür dünyadan her türden yardım gerekli.
Olay, aslen Şırnak, Beytüşşebap’a bağlı ama Van’ın Çatak ilçesi kırsalında Andiçen mahallesi Sürik Mezrasında gerçekleşiyor.
O günü anlatıyorlar
Olaya tanıklık edenlerden biri Cengiz Şiban. “Helikopterden düşenlerden”, hafızasını kaybetse de hâlâ hayatta olan Osman Şiban'ın kardeşi. Bölgede bir operasyon olduğunu ve silah seslerinin duyulduğunu, Servet Turgut dışında kimsenin o gün yaylaya çıkmadığını, sabah saatlerinde askerlerin helikopterle köy meydanına indiğini, "Acımız var, içimiz yanıyor" dediklerini, herkese diz çöktürdüklerini, köylüleri ölümle tehdit ettiklerini, kimlikleri topladıklarını, "Biz köyden gidinceye kadar çökmüş vaziyette kalın" dediklerini anlatıyor. Cengiz Şiban, akşam saatlerinde askerlerin köye yanlarında Servet Turgut olduğu halde yeniden geldiklerini ve Osman Şiban'ı sorduklarını, "Benim" diyen Osman Şiban'ı da alarak köydeki tepeye götürdüklerini, Osman Şiban ve Servet Turgut'u enselerine tokat atarak, yaka paça helikoptere bindirdiklerini, ayakkabı ve şapkalarının orada kaldığını söylüyor.
Servet Turgut'un kardeşi Naif Turgut da, "Abimin tarlası çatışma bölgesine 1-2 km uzaklıkta. Askerler abim tarlada saman basarken yanına geliyor ve ‘Sen bunlara yardım ve yataklık mı yapıyorsun?’ diye soruyor. Abim geçim derdinde insanlar olduklarını söylemiş. Biraz kekemedir abim,” diyor.
"Suçu varsa hapse atılsaydı"
Bahçede tam karşımızda oturan eczacılıktan yeni mezun olmuş genç kadının, Servet Beyin kızı Emine’nin diri bir öfkesi var, teselli kabul etmeyen, ne niyetle orada olurlarsa olsunlar herkesi ezip geçen bir öfke. Servet Bey köyden döndükten sonra bir eczane açacaklarmış. “Eczane açmayacağım işte” diye ağlamaya başlıyor, sanki babasını öldürenlerle birlikte içinde bizim de olduğumuz bütün bir dünyayı cezalandırıyor.
Turgut’lar da Şiban’lar gibi yakılan köylerinin hafızasını taşıyan savaş göçmeni bir aile. Bu hafıza, şimdi helikopterden “düşüp” bütün kemikleri kırılarak ölümün yükünü de taşıyacak. Bize çay getiren, büyüklerin yanında toplanmış olanları izleyen çocuklar daha şimdiden bu korkunç ağırlığın farkında. Kim bilir kaç nesil, kemikleri kırılan babanın, amcanın, dayının korkunç anısını peşinde sürükleyecek. Yaşananlar ardında izler bırakıyor. Görünmeseler bile orada olduklarını biliyoruz. Hep orada olacaklar. Nerede ve nasıl ortaya çıkacaklarını bilmemize imkân yok.
Servet Beyin karısı, “Suçu varsa hapse atılsaydı, 20 yıl da yatsa ziyaret ederdim, üstüne ateş edilse öldü diye üzülürdüm, ama bir insanın bütün kemiklerini kırmak ne demek, bunu kim yapar,” diyor. İmam olan kardeş Naif Bey, “Bu asırda böyle bir şey nasıl olabilir, demokrasi, hukuk varsa, bu nasıl olabilir,” diyerek kelimelere sığınıyor. Eşitlikten, kardeşlikten söz ediyor. Aslında herhangi bir şey konuşmak için burada değiliz, olayın tarifsiz dehşeti bütün konuşmaları anlamsızlaştırıyor ama çıldırmamak için kelimelere ihtiyacımız var.
Bildik senaryo
Konuşurken bahçenin üstünden bir askeri helikopter geçiyor. “Helikopterden düştüler” diyerek bütün kemikleri kırık olarak hastaneye götürülen ve hayatını kaybeden bir insanın ailesine yapılan taziye ziyaretinde, evin üstünde helikopter dolaşmaya başlaması, sadece tesadüf olsa bile artık çok geç. Tesadüf, asırlar öncesinde, var olup olmadığı bile unutulan zamanlarda kalmış bir kelime. Buralarda uzun süredir yeri yok tesadüfün.
Helikopter uzaklaşıyor, herkes durumun farkında ama kimse yorum yapmıyor.
Olan biten, lafı hiç dolandırmadan şu: Kürt olmaktan başka bilinen hiçbir suçları olmayan iki köylü, güpegündüz devletin güvenlik güçleri tarafından helikoptere bindirildiler ve üç gün sonra kayıtlara “helikopterden düşme” yazılmış, kemikleri kırılmış olarak askerler tarafından götürüldükleri hastanede bulundular. Hastanede bulunabilmeleri için, Osman Şiban’ın kardeşinin, mezradan telefonların çalıştığı bir yere iki gün yürüyerek ulaşması ve ailelerin bilgi vermeyen yetkililere “basına gideceğiz” demeleri gerekti.
Bundan sonra bildik senaryo kusursuz biçimde sahneye kondu. Bize aktarılana göre, aileler tehdit edildi, çoluk çocuğunuz var yazık olur diye gözdağı verildi. “Sakın HDP’yi ( Halkların Demokratik Partisi) aramayın, onlar terörist” dendi. Servet Turgut’un taziye evi polis ablukasına alındı, taziyeye gidenlerden gözaltına alınanlar oldu. Valilik, hiçbir mukavemetle karşılaşılmadığı halde mukavemet edildiğini, köylülerin kayalıklardan düştüklerini açıkladı. Açılan savcılık soruşturmasına gizlilik kararı konularak avukatların bilgi alması engellendi. Olayı haber yapan gazeteciler (Mezopotamya Ajansı muhabirleri) tutuklandı. Servet Turgut’un ailesi vefatın üstünden dokuz gün geçmesine rağmen henüz ölüm raporunu alabilmiş değil.
Adalete ihtiyacımız var
Bizler, Demokrasi için Birlik Koordinasyonunu temsilen Van’da aileyi ziyaret ettik. Perihan Koca, Salih Zeki Tombak ile birlikte üç kişiydik. “Servet’in ölümünün peşini bırakmayacağız, bırakırsak biz de onursuz, vicdansız oluruz” diyen aile kadar, bizim de adalete, sorumluların cezalandırılmasına ihtiyacımız var.
Ama koskoca bir soru ortada duruyor: Kürt olmaktan başka suçları olmayan iki insanın, yaşam haklarının korunmasından sorumlu olan devlet tarafından fütursuzca helikopterden “düşürülebildiği” bir ülkede, hâlâ insan kılığında kalarak ve yurttaş sıfatını taşıyarak yaşamanın bir yolu var mı? Ne yazık ki, ne kadar yazık ki, bu yolu bulmuş görünüyoruz.
(AD/NÖ)