Dünyada ilk defa “Aile Yılı”'nı 1994 yılında Birleşmiş Milletler ediyor. Uluslararası boyutta tüm ülkeleri içine alan bu temanın odağında “Toplumun Kalbinde En Küçük Demokrasiyi İnşa Etmek” var.
Aslında bu temayla, Birleşmiş Milletler himayesinde oluşturulan uluslararası kabul görmüş belgelerle tüm bireylere tanınan temel insan haklarını ve temel özgürlükleri, her bireyin aile içindeki statüsü ne olursa olsun ve o ailenin biçimi ve koşulları ne olursa olsun teşvik etmeyi amaçlıyor ve yıl boyunca buna duyarlı etkinlikler gerçekleştiriliyor.
Bu çerçevede aile içinde kadın ve erkek arasındaki eşitliği teşvik etmek ev içi sorumlulukların ve istihdam fırsatlarının daha kapsamlı bir şekilde paylaşılmasını sağlamak gibi uygulamalar yer alıyor.
Gelin görün, tam 10 yıl sona Türkiye’de aynı hevesle yola çıkarak 2025 yılını “Aile Yılı” ilan ediyor. On yıl sonra Aile Yılı tüm o demokratik hak ve talepleri kapsayan ve eşitliği vurgulayan içeriğinden seyreltilerek bir tür distopya hikayesinin anlatısına dönüşüyor.
Geçtiğimiz yılın sonunda etkili bir basın lansmanı ile müjdesi verilen bu yılın amacı evlilik oranını artırmak ve doğurganlık hızını yükseltmek.
Kadın bedenine dair bu politikayı gerçekleştirmek için sunulan teşviklerin başında çocuk başına artan oranda para yardımı geliyor. Ama bu para yardımını düzenli olarak alabilmek için en az iki çocuğunuzun olması gerekiyor. Zira tek çocuk sahibi olan bir anneye ancak tek seferlik 5 bin lira yardım yapılıyor.
Eğer iki çocuk sahibi ise aylık 1500; üçüncü çocuk ise 6500 lira ve dört çocuk sahibi olan bir anneye 11500 lira ödeme yapılacak. Ancak dört çocuk sayıdan sonrası belirsiz. Neden bu rakamda durulduğunu bilememekle birlikte buradaki ikinci gizem ise bu çocukların yardımı hak etmesi için ancak 2025 yılından sonra doğmuş olmaları gerekiyor. Yani teknik olarak baktığımızda içinden geçtiğimiz yılın altıncı ayında düzenli ödeme alabilecek bir kadın yok.
Eğer farklı yöntemler söz konusu değilse. Öte yandan koruyucu aile olmak ya da evlat edinmenin yardım konusu olup olmadığı ile ilgili bir açıklamaya rastlamadım. Dolasıyla buradaki asli unsur “doğurmak”.
Aile Yılı uygulamalarına baktığımıza beyaz eşya indirimi, tren biletlerinde indirim, THY’de aynı rezervasyona aynı soyadından yapılacak en az 3 en fazla 9 aile üyesi yurt içi uçuşlarda indirim sayılabilir. En son olarak eğer bu yılı bir hatıra para ile taçlandırmak isterseniz Darphane’de 775 lira karşılığında hatıra para alabilirsiniz.
Tüm bu uygulamalara baktığımızda kadının özne olduğu aile içinde eşitliği ve temel hakları inşa etmeye yönelik uygulamalara rastlayamıyoruz.
Kadının kinliğinin ancak anne olduktan sonra değer kazandığı anlayışta evlilik öncesi danışmanlık, aile okulları gibi geleneksel normları pekiştiren programlar yaygınlaşıyor.
Türkiye’de aile yılı başlığındaki uygulamalarının arkasında önemli bir olgu var. Sadece Türkiye’de değil dünyada da doğurganlık hızı artan oranda düşüyor.
BM 2024 doğurganlık raporuna göre dünya ortalaması 2,2’ye geriledi. Bu oran 1960'larda yaklaşık 5 ve 1990'da 3,3 idi. Küresel doğurganlık oranındaki bu düşüşün 2020 yılında 2,1’e yani nüfusun kendini yenileme düzeyine ulaşması bekleniyor.
Doğurganlık hızı
Dünya çapında doğurganlıkta tarihi düşüş yaşanmış olsa da, ülkeler ve bölgeler arasında önemli ölçüde farklılık gözlenmekte. Türkiye’deki kriz de bu yüzden kopuyor. Çünkü TÜİK verilerine göre 2001 yılında doğurganlık oranı 2,38 çocuk iken 2024 yılında 1,48 çocuk olarak gerçekleşti.
Çok düşük doğurganlık, nüfus azalmasına ve çok daha yaşlı bir nüfusa yol açar. Bu da ülkeler için önemli bir kaynak krizi yaratmaktadır. Bu oran dört ülkede – Çin, Kore Cumhuriyeti, Singapur ve Ukrayna – bu oran 1,0'ın altındadır.
Bu bağlamda ülkelerin doğurganlık hızını artırmaya yönelik farklı yaklaşımlar içinde olduğunu söyleyebiliriz. Bazı ülkeler daha çok maddi ve ayni teşvikler ve ödüller ile diğerleri yapısal olarak toplumsal cinsiyet eşitliğini tesis edecek adımlar atıyor.
Geçtiğimiz yıl ilk defa artış yakalayan Güney Kore’de de nüfus düşüşü nedeniyle kadınları doğurmaya “ikna” etmeye çalışan yaklaşımı görmek mümkün.
Buradaki politikaların odağında da cömert parasal teşvikler dikkat çekiyor. Kadınları birey olarak ekonomik, sosyal ve politik olarak konumlarını güçlendirmeye yönelik eşitlikçi bir stratejinin izlenmediğini söylemek mümkün. Yeni doğan her çocuk için ailelere aylık nakit yardımı şirketlerin yaptığı teşvikler yanında bazı bölgelerde ev alımlarında indirimler sayılabilir.
Ya da Macaristan’da da dört ve daha fazla çocuğu olan annelerin gelir vergisinden muaf tutuluyor. Tüm bu uygulamalarda esas olan ataerkil norm, kadını sadece bedene indirgerken, kadınların güçlenmesini, istihdama katılımını teşvik edecek uygulamalar ikinci planda kalıyor.
İskadinav ülkeleri ise farklı olarak kadın birey, çalışan ve yurttaş olarak görerek daha eşitlikçi politikaları hayata geçiriyor. Örneğin politikaların odağına kadını koyarken ev içi bakımı toplumsallaştırıyor.
Annelik söylemsel olarak "ulvi"
Kadınların istihdam oranının yüzde 56,2 olduğu İsveç, iş ve iş dışı yaşam dengesini gözeterek, anne ve babalık izin politikaları ile ebevenyliği eşit olarak yapılandırıyor. Bu eşitlikçi pronatalist politikalar sayesinde doğum oranı 1,67 ortalamada sabitlenmiş durumda. (stata.com)
Türkiye’deki uygulamalarda ise doğurganlık hızının azalışının arakasındaki nedensellik ilişkisini kurmak ve kadının anne olma dışındaki rollerini görmeye çalışma bu politik sürecin parçası değil.
Kadınların eğitim düzeyindeki artış, kentleşme, iş gücüne katılım oranının yükselmesi, bireysel özgürlüklerin güçlenmesi ve evlilik/annelik rollerinin yeniden tanımlanmasını sayarız. Türkiye mevcut ekonomik koşullar, yoksullaşma ve barınma krizi bu sonucun ortaya çıkmasında diğer önemli etkenler.
Bu değişimi “kriz” olarak tanımlamak, aslında kadının toplumsal rolündeki dönüşümü inkâr etmenin başka bir biçimidir. Çünkü doğurmadığında değil, yalnızca doğurduğunda değerli görülen bir kadın figürü dayatılıyor. Bu koşullarda gerçek hayatta bakım yükü, yoksulluk, yalnızlık ve görünmez emekle baş başa bırakılan kadınlar için bu kutsiyetin bir karşılığı yok.
Annelik, söylemsel olarak ulvi bir makam gibi sunuluyor ve kadınlığın diğer katmanları değersizleştiriliyor. Aile adı altında kurulan bu yeni normatif rejimde çocuksuz kadın olmak, çocuklu ama bekar kadın olmak bu aile vasfının parçası olarak kabul edilmiyor.
Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu’nun (UNFPA) 14 ülkeyi kapsayan araştırma sonucunda hazırladığı 2025 Dünya Nüfusunun Durumu Raporu kişilerin çocuk sahibi olmayı beklemediğinin altını çiziyor.
Başlıca etkenler arasında ebeveynliğin maliyeti, iş güvencesizliği, barınma, dünyanın durumuyla ilgili endişeler ve uygun bir eşin olmaması yer alıyor. Rapor, ekonomik güvencesizlik ve cinsiyetçiliğin zehirli bir karışımının bu sorunların çoğunda rol oynadığını gösteriyor[1]. Hükümetlerin bebek ikramiyeleri benzeri çözümlerinin etkisizliğinin de altını çiziyor. Bunun yerine UNFPA, hükümetleri, uygun fiyatlı konut, makul iş, ebeveyn izni ve üreme sağlığı hizmetlerinin tam kapsamı ve güvenilir bilgiler dahil olmak üzere, insanların üreme kararlarını özgürce almalarını sağlamaya çağırıyor. Diğer çözümler arasında, ebeveynliğe erişimi LGBTQI+ ve bekar kişilere genişletmek yer alıyor.
Türkiye’deki bugünün “Aile Yılı” uygulamalarında ise eşitliği savunan değil; kadını anne kimliğiyle sınırlayan, onun tüm toplumsal rollerini bu kimlik üzerinden yeniden inşa etmeye çalışan bir politika ile karşı karşıyayız.
Foucault’nun biyopolitika kavramı, bu noktada bize önemli bir çerçeve sunuyor: Devletin, bedenler üzerindeki yönetim biçimleri, kadının doğurganlığı üzerinde yoğunlaşır ve kadın bedeni, ekonomik kaygıların yönetim nesnesine dönüşür.
Kürtaj karşıtlığı, sezaryen karşıtlığı, doğumu “normal”leştirme baskısı, bu beden politikalarının uzantısı. Kadınlar, karar veren bireyler olarak değil, üreme araçları olarak konumlandırılıyor.Ancak bu politikaların eksik bıraktığı, hatta görmezden geldiği temel bir gerçeklik var: Kadınlar yalnızca annelikten ibaret değildir. Kadınlar üretir, karar verir, hayır der, isterse çocuk yapar, istemezse yapmaz. Ve her koşulda, bir toplumun asli yurttaşıdır.
Bugün, “Aile salonumuz üst kattadır” diyerek gösterilen, giriş katında kadının sadece eti ve bedeniyle var olduğu bir sistem kuruluyor.
Oysa asıl mesele, kadının her katmanda söz hakkı, tercih hakkı ve yaşam hakkıyla özne olabilmesidir. Politikaların gözetmesi gereken bireylerin gelecek kaygısı olmadan bakım yükünü eşit paylaştığı kaliteli sağlık hizmetlerinden eğitim hizmetlerine ve istihdam olanaklarına ulaştığı bir sistem inşa etmektir.
Bu noktada konuşmamız gereken, Mor ekonomi yani kadın emeğini, bakım yükünü, toplumsal yeniden üretimi ve duygusal emeği görünür kılan alternatif yaklaşım.
Sadece ekonomik bir model olarak değil eşitlikçi ve kapsayıcı bir gelecek tahayyülü. Kadınların karar mekanizmalarına dahil olduğu güvenceli istihdamın ve bakımın toplumsallaştığı bu model kadınları sadece bir bedenden, çocukları da sadece sayıdan ibaret görmüyor. Çocuk refahı açısından son sıralarda yer aldığımız bir sistemde asıl ihtiyacımız tam da bu.
(ÖB/EMK)
[1] https://www.unfpa.org/press/unfpa-report-links-falling-birth-rates-cost-living-sexist-norms-fear-future



