Salgın bir virüs sonucu “Y” kromozomunun yok olduğu ve sadece kadınların yaşadığı bir dünya… Kadınların toplumsal, ekonomik ve sosyal ilişkilerinin tamamen değiştiği yeni bir dünya...
Cem Akaş’ın son kitabı “Y”, ütopik bir dünyanın kapılarını farklı bir boyuta taşıyor. Sadece kadınların yaşadığı bir dünyada, evli iki kadının kapısına bırakılan erkek bir bebekle başlayan serüven, okuyucuyu toplumsal, kültürel ve ideolojik olarak derin bir sorgulamayla karşı karşıya bırakıyor. Yazar cinsiyetçi iktidar ilişkilerini reel dünyanın çatışkılarıyla birlikte kadının egemenliği kurgularken, kadının tarihsel şekillenmesi ve eril zihniyetin hiyerarşik yapısını yeniden göz önüne seriyor.
Erkeğin egemenliği ve kadının pasifize edilişini, Akaş şu cümlelerle ifade ediyor: “On binlerce yıllık bir tahakküm ve gerilik döneminden sonra insanlık nihayet gerçek uygarlık ve ilerleme yoluna girmiştir.” (s. 18)
Erkeğin kaba dünyasından kurtulup, yeni bir medeniyet oluşturan kadınların; öfkeli, merhametli, iyimserliğini konu edinen yazar, cinsiyetçi yaklaşımlara karşı: “Bacaklarının arasında ne olduğu önemli değil, kafanda ne olduğu, kalbinde ne olduğu önemli, neler düşündüğün, neler yaptığın, insanlara neler verebileceğin, insanlara nasıl davrandığın önemli”(s. 43) şeklinde ifade ediyor. Ancak cinsiyetçi tahakkümün, geçmişte ve bugün sınıfsal anlamda süreklilik oluşturacak şekilde kurumsal, kültürel ve birçok alanda dayatmaların biyolojik açıklaması yeterli olmadığı gibi, tarihin her döneminde eril baskının kadını ötekileştirmesi ile güçlü bir bağı var. Bu noktada Paulo Freire’nin “Mücadele, insanların, başkalarınca mahvedilmiş olduklarını görmeleri ile başlar” ifadesini hatırlamakta fayda var.
Kadın egemenliğinin kurulmasında, erkeklerin tamamen yok edilmesi düşüncesi, tarihteki Amazonları anımsatmakta. “Tarih boyunca insanlar erkeklerin yönetimi altında çok acı çekmiş olduğu için bütün erkekleri kötü sanabiliyor. Karşısına erkek çıksa sırf bu yüzden kötü davranabilecek insanlar var.” (s. 42) Günümüzün modernliği, karşıtların iç içe geçmiş yapıları ile ortaya çıkmıştır. Eserde yüzyıllar boyunca baskı ile kadını yaşamın bütün dinamikleri dışında tutan evcil politika, erkeklere yönelen bir silaha dönüşürken bu silah feminist harekete ivme kazandırıyor.
Her coğrafyada kadına şiddettin bitmeyen sancılarının sonuçlarına işaret eden roman, aslında kadının egemen olduğu bir dünyada, erkeğin var ettiği problemlerin yok oluşuna değiniyor. Bu noktada kadının, erkeklere bakışını cinsiyetçi bir çizgide ele alan Akaş, romanın kahramanlarından Zelda’nın tutumunu “Erkeklerin tarih içinde üretmiş olduğu tüm sanat yapıtlarının yok edilmesi, kadına yararlı görüleceklerin de kadın sanatçılar tarafından yeniden üretilmesi gerektiğine inanan bir entelektüeldi.”(s. 19) Ayrıca Akaş, erkek egemen dünyada kural koyucunun erkek oluşunu da şöyle imliyor: “Erkeklerin kural olarak aşağılık yaratıklar olduğuna kuşku yok!” (s. 162) erkeklerin aşağılık yaratıklar olduğuna işaret etmek cesaret isteyen bir söylem.
Prolog, analog ve epilog olarak üç ayrı bölümden oluşan kitabın, prolog ve epilog bölümleri, ilahı “Tanrısal” bakış açısı ile sunulurken, analog bölümünde, ikinci tekil şahıs ile devam ediliyor, böylece okuyucu Constantine’in kurgusal dünyasına hızla akış yapıyor. Erkek nüfusu kurgusal olarak yok edilmiş olsa da, yapılan bilimsel çalışmaların sonuçları da, aslında gelecekte kitabın kurgusunun hiç de hayali olmayacağına ikna ediyor. Özellikle çevresel etkenler ve stresin erkeklerde üreme bozukluklarını tetiklediği öne sürülüyor. Çevre kirliliği ve ağır toplumsal koşulların yanı sıra genetiği bozulmuş ürünlerin yaygınlaşması ve kullanımının artmasının da üreme bozukluklarına neden olduğuna dair İngiliz bilim insanı Bryan Skyes'in "Kadınla karşılaştırıldığında birçok eksiği bulunan erkek, genetik bir çöp!" demesi hiç de şaşırtıcı değil.
Roman dört ana karakter üzerinden sunuluyor: İliada, Arendi, Zelda ve Constantine. Yaratılan devlet sisteminde yok sayılan erkekler, okullarda da tarihin en korkunç canlıları olarak anlatılıyor. Erkek olduğunu öğrenen Constantine’in bu durum karşısında yaşadığı trajik süreç kitabın ana temasıdır. Toplumun merkezinde yer alan kadın, Constantine için tehlikeli bir mücadele oluşturuyor. “Constantine olmanın, kimseye benzememenin, gerçekten tek ve yalnız olmanın, varoluşunun her anında dünya ile hesaplaşma zorunluluğunun ne denli ruh emici olduğu” (s. 138) bir çocuğun hayat mücadelesinde somutlaşıyor.
“Erkeklik bir hastalık, dünya yüzeyinden silinmiş ölümcül bir hastalık, artık kimse bu hastalığa yakalanmıyor.”(s. 45) “Erkeklik” bir hastalık olarak yansıtılsa da buna karşın erkeğe olan özlemin izlerine rastlanılıyor. Sınır tanımaz sahiplenme duygusu, tutkunun şiddete varan yanıdır; nitekim romanda güçlü bir şekilde yansıtılan yok etme tutkusu, şiddetin insanın yeniden insan olması için uygun bir yöntem olmadığına işaret ediliyor. Kitapta hakim cinsiyetçi gücün mücadele yöntemine de gönderme yapılıyor. Erkekliğin kabul edilen ya da edilmeyen alışkanlıkları, kadının varoluşunun önünde en büyük engel olurken, kadınların sömürülmesinin çok farklı coğrafyalarda yaşayan erkekler için bile ortak bir amaç olduğu su götürmez bir gerçek.
Kadın ve erkek ilişkisinin tarihsel örnekleri bize çok şey söylüyor. Çoğu zaman kırılma olarak kabul edilen sosyolojik değerlendirmeler tarihe adını yazdıran kadın örneklerini hatırlatıyor: Frida Kahlo’nun aşk için mücadelesi, ilk şair kadın Sappho’nun kendioluşu Lilith’in Adem'e başkaldırışı, Boudicca’nın, Jeanne d'Arc, Simone de Beauvoir’ın, Virginia Woolf’un varolma savaşı…
Constantine’in erkekliğini sürekli gizlemesi, başka coğrafyalara göç eden İliada ve Arendi Amerika’dan Avrupa’ya göç etse de, erkek olduğunu öğrenen Constantine soluğu İstanbul’da almasıyla, kitap farklı coğrafyaların gelişmişliği hakkında da bilgiler içeriyor. Kuraklık kuşağının özelliklerinin belirtilmesi ve Ortadoğu'nun bugünkü koşullarından çok da uzak olmadığını bu kuşağı şu cümlelerle ifade ediyor: “Ne Ortadoğu’su, ne diyorsun; buraya kadar gelmişiz, bu çocuk böyle bir fırsat yakalamış, ne yapacağız, çocuk keçi çobanı mı olacak, kaval mı çalacak? ”(s. 60) Bunun yanı sıra günümüz koşullarında da her bireyin resmi işi dışında gönüllü yapabileceği bir başka işin olabilirliğine de gönderme yapılırken, cinsiyetçi bir tercihin olabilirliği kitabın sonuna doğru iyice netleşiyor.
Kitap toplumsal örgütlenmenin erkek egemenliğine dayandığını ve kadın adına her şeyin dışlandığı gerçeğinin altını önemle çiziyor. Toplumsal yapının karmaşıklığı, farklı erkek tiplerinin, farklı iktidarlar oluşturma çabasının işleyiş biçimini, kadın dünyasının da nasıl olduğunu düşünen okuyucular için oldukça doyurucu. Erkeğin ya da kadının davranış, kimlik ya da sadece biyolojik olarak mı temsil edildiği düşüncesi, roman boyunca okuyucuyu farklı boyutlara taşıyor.
Akaş, kitabın kurgusunu oluştururken, modern dünyada yaşanan, gözlenen ve erkekliğin kadına uyguladığı şiddetten yola çıktığı açık. Karşıt ilişkilerin iç içe geçmiş olduğu farklılıkların birbirini besleyerek umutsuz bir dünya için bir umut taşıyor. Ancak bütün bunun inşası da umutsuz bir dünya için bir gerekliliktir. Yetkinleşmeyi ya da güçlenmeyi başaran tek canlı olan insan, var ettiği her şeyin bir başka canlı için kabul edilmeyecek uygulamalarla, derin yaralara dönüşmesi tarihsel bir yazgı halini almıştır. Akaş son kitabı ile hepimizi kadın haklarının yanı sıra, dünyanın geleceği, özellikle de cinsiyetçi gelecek hakkında cesurca bir düşünceye sevk ediyor.
Kadın ve erkeğin sembolik varlığı iki işarette somutlaşıyor: X ve Y. Sağ bacağı gövdesinden tamamen kopmuş bir “X” tir “Y”. Constantine’in yazdığı roman, erkeklerin olduğu bir dünyayı yeniden hayal ettirse de, kahramanın tercihi, anlamlı bir dönüşümün iletisini taşımakta ve kitap “Y” nin “X” e dönüşmesi ile son bulmakta. İçindeki kadının sesine kulak veren “Y”, sonunda sağ bacağına kavuşmaktadır. Bu dönüşüm okuyucunun ruhuna şunu fısıldıyor: “Y” olsanız bile içinizdeki X’in sesine kulak verin!” (DM/BK)
* Y, Cem Akaş, Can Yayınları, Mart 2018.