* Sergiden fotoğrafları görmek için tıklayınız.
Beyaz bir dosya kağıdına ya da saman kağıda dolma, tükenmez ve kurşun kalemlerden, en çok da hasretle ve endişeyle bekleyen yüreklerden dökülmüş satırlar. Cezaevi avlusunda volta atan, sohbet eden kadınlar, "içeriden" yollanan fotoğraflar, "içeriye" gönderilen eşyalar, kesilip bir fanusun içine konulmuş saçlar, Tülay German'ın insanı bu dünyadan/zamandan öteye götüren şarkıları...
12 Eylül 1980 askeri darbesi, ev baskınları, komşunu ihbar et kampanyası, gözaltılar, tutuklamalar, işkenceler, cezaevi kapısında bekleyen anneler, babalar, sevgililer, çocuklar... Ama genelde hep kadınlar...
1980'de doğmuş, doğumundan yedi ay sonra darbe olmuş, bütün nefesini darbenin şekillendirdiği bir ülkede alıp vermiş biri olarak dün akşam (1 Ekim) Uçan Süpürge'nin hazırladığı "Kadınlar Saçlarını Çözüyor/12 Eylül'e Mektuplar" sergisinin açılışına gittim. Sergi, Deniz Mukan ve Ayşegül Devecioğlu'nun küratörlüğünde hazırlandı.
Mektuplara, fotoğraflara, hatıra eşyalara baktıktan, dönemin tanığı kadınların anlattıklarını dinledikten sonra fark ettim ki ben (ve aslında neredeyse herkes) hep erkeklerin darbeyle ilgili hikayelerini dinlemişim. Onların "kahramanlıkları", "yiğitlikleri", "devrimcilikleri", "miraslarıyla" büyümüşüm. Ve fotoğrafa hep küçük bir yerinden, erkeklerin gözleriyle bakmışım.
Bize anlatılmayan bir hakikat var. 12 Eylül darbesinde cezaevlerine sadece erkekler girmediler, işkenceler sadece erkeklere yapılmadı, hikaye sadece erkeklerin değildi. Acı da, hasret de, direnç de...
Ve mesele sadece cezaevlerinde de geçmedi. Eşleri, sevgilileri, çocukları, yeğenleri, hatta torunları parmaklıklar ardına tıkılan çok sayıda kadın da bu acıtan öykünün başrolündeydiler. Zaten aslında bu hikayede yan roller de yoktu. Acının, baskının, zulmün düştüğü her hayat başrolü oynuyordu.
"İçeriden"
Bir mektuba takıldım. Şöyle diyordu:
"Koğuşta yirmi kişiydik. Muhibbe camları her gece açık bırakırdı. Kar dolardı içeriye. Hücreye dayanıklı olmadığım için derdi. Tabutluk için diyordu. Her gün soğuk suyla yıkanıp spor yapardı. Ben yeni kavradım hücre ve tabutluğu. O gün bilemedim. 14 yaşındaki bir küçük kızın (Bahtinur) babası motorlu posta dağıtıcısı idi. Her sabah binayı turlardı. Bahtinur o kadar işkence görmüştü ki, çocuk bilinciyle bunu gülerek karşılar hale gelmişti. Ve gülmesiyle işkencecileri illet ettiğini ve daha çok eziyet edildiğini acı bir gülmeyle anlatırdı. Bunu ifadeden acizim hâlâ... Kısa sürede dışa bakan camlar tepeye kadar beyaz boyandı ve hiçbir yer görünmez oldu. Muhibbe, ah bir ağaçlara dokunsam, şu caddede yürüsem derdi."
Hiçbir hücreden dışarıya bakmadım. Nasıl bir duygu olduğunu bilmiyorum. Her gün gördüğüm "sıradan" bir ağaca Muhibbe'nin duyduğu özlemin üzerine kuracak cümle bulamadım.
Sonra bir başkası:
"Gayrettepe'ye girer girmez bir 'hoş geldin partisi' düzenledi saygıdeğer işkencecilerimiz. Ben kırk beş kilo bile olmayan yumruk kadar bir kadın, üç aylık anne adayı. Saldırır saldırmaz üstüme, sanırım annelik içgüdümle hemen diklendim onlara: 'üç aylık hamileyim, çocuğuma bir şey olursa hesap verirsiniz.' Diklenmem daha da saldırganlaştırdı onları. Elerim arkadan bağlıydı, gözlerim bir bezle bağlıydı. Karşımda biri ya da birileri var mıydı bilmiyordum. Göğsüme inen balyoz gibi bir yumruk darbesi bu bilmediklerime bir yanıttı.
"Nefesim kesildi bağırdım, kendi bağırışımı kendim duymamıştım... Karnımdakini koruma içgüdüsüyle saklanmaya çalıştım. İkinci yumruk sol şakağıma indi. Dizlerimin üstüne çöktüm. Karnıma tekmeler yağmaya başladı. Biri hırsını alamayıp karnımın üstünde tepinmeye çalışıyor, bir yandan da bağırıyordu; 'Senden doğacak piç komünist olur, doğmadan gebersin'."
Ordu ve cezaevleri için mantığın bittiği yerler derler. Bitenin sadece mantık olmadığı, insanlığın da vicdanın da o soğuk kapılardan içeri girmediği aşikar.
"Dışarıda"
12 Eylül'deki hikayeler yalnızca "içeride" cereyan etmedi demiştik. Çoğunluğu kadınlar olan büyük bir topluluk da cezaevleri kapılarında, "içeridekilerin" deyimiyle "dışarıda", dışarıdakilerin deyimiyle "her yer hücre"de yaşanan acıyı bal eyleyip, görüş günlerinde yakınlarına "güzel" şeyler anlattılar.
Sevim Ay Tümay da cezaevi kapılarında yoğun mesai geçirmiş kadınlardan. Sergide onun da doğmamış torununa yazdığı bir mektup var.
Tümay, 82 yaşında. Eşiyle 60 yıldır evli. Bir elinde değnekle yürüse de "72 yaşında bilgisayar öğrendim. bianet'in adresini ver de bakayım" diyecek kadar benimle yaşıt.
İki kızı ve damadı Metris Cezaevi'nde kalmış. Bir kızı 32 ay, damadı ve diğer kızı 36 ay...
"İçerisi, dışarısı yoktu" diyor o da. "Hepimiz çok acı çektik. Herkes için zordu. Bakmaya doyamadığımız, azcık ateşlense dünyanın bize dar olduğu çocuklarımız, başkalarının sevgilileri, eşleri, babaları... herkes için canlarının içeride yaşadıkları müdahale edemediğimizden katlanarak değiyordu yüreğimize ve bedenimize" diye devam ediyor.
"Acımızı kapıda bırakıp görüşe gidiyorduk. Her şeyin yolunda olduğunu, kendimizin çok iyi olduğunu anlatıyorduk. Onların cesaretlerini, dik duruşlarını gördükçe şaşırıyor, mutlu da oluyorduk."
Tümay, içerideki kızlarına hırka örmek istediğini, ama ördüklerini içeriye sokamadığı için her görüşte hırkaları yanında taşıdığını anlatıyor. Ve kendisini şaşırtan bir olayı da:
"Günlerce uğraşıp kızlarım içeride üşümesin diye ördüğüm hırkaları içeriye sokamamıştım. Sonra içeriye yün sokmaya karar verdim. Kızlarım kendilerine bir şeyler örsünler diye. Bir gün görüşte kızım bana kendi ördüğü patiği verdi. Şaşırdım. Yünü nereden buldum dediğimde kızım üstündeki kazağı sökerek bana patik ördüğünü söyledi. Öylece kaldım."
Tümay'ın içeride 32 ay kalan kızı felç geçirdiği için diğer kızından erken bırakılmış. Damadı ve kızı da dört ay sonra. Almanya'ya kaçmışlar. Haklarındaki davada bir gün bile ceza almamışlar. "Boş yere yattılar, acı çektiler" diye hayıflanıyor Tümay. Haklı da...
"Mektupları okuduk, susanların bize neler kaybettirdiğini gördük"
Uçan Süpürge'den Halime Güler, "Bu ülkenin bastırılmış bir dili var. Bu konuşmayan dil kadınlar söz konusu olduğunda iki kere susuyor. Mektupları kadınların dile gelişini, hiç bahsedilmeyen hikayelerini anlatıyor. Bu nedenle herkes tarafından okunmasını istiyorum" diyor.
"O dönemi" yaşayanlardan biri olan Güler, yaşadıklarımız, acılar, travmalar, hasretler bugünkü hayatımızın iskeletini oluşturdu. Bize isteyerek ya da istemeyerek çok şey öğretti" diyor. "Mektupları okuduklarında konuşmamanın kadınlara neler kaybettirdiğini gördük" diye ekliyor.
Uçan Süpürge bu meseleyi deşmek istiyor. Güler, o dönemin tanıkları olan kadınlar yazmaya devam etsinler istiyor.
garajistanbul'daki sergi 10 Ekim'e kadar görülebilir. Uçan Süpürge, sergiyi başka semtlere, şehirlere de gitmek niyetinde.
Eğer müfredatın ve devrimci erkeklerin anlattıklarından farklı hikayeler, kadınların hikayelerini öğrenmek istiyorsanız "Kadınlar Saçlarını Çözüyor/12 Eylül'e Mektuplar" hazine değerinde.
Bu yazı bir mektuptan alıntıyla bitsin, son sözü bir kadın söylesin:
"12 Eylül kadınları , dünya ve bu ülkenin demokrasi tarihine altın harflerle yazıldılar.Türkü olup çığrıldılar her yerde... İki kızım var; Cansu ve Dilan. Bizleri anlayacak kadar büyüdüklerinde onlara yaşadıklarımızı anlattık. Benim tüm dostlarım onların teyzesi oldu, amcası oldu, geriye baktığımda onurlu bir hayatım olduğunu düşünüyorum, tüm arkadaşlarımla, eşimle, kendimle, tüm 12 Eylül kadınları ile gurur duyuyorum."(BÇ)