Bu dünyada başımıza gelebilecek muhtemel kötülüklere karşı kendimizi güvende hissetmek ve güvence altına alabilmek için sürekli müzakereler yapıyoruz. Sözlü, yazılı ya da açıkça konuşulmayan ama toplumca kabul görmüş çeşitli türlü anlaşmalara giriyoruz. Böylelikle, bedenimize, kimliğimize ve emeğimize sahip çıkıyoruz. Koruma ve güvence verme kisvesi altında, bizleri zapturapt altına alma eğilimli anlaşmaların hepsi yaşamımızı kısıtlayan anlaşmalar. Özgürlük alanlarımızı genişleten anlaşmalara ise, uzun mücadeleler sonunda vardık. Kadın mücadelesi, emek mücadelesi, demokrasi mücadelesi…
Neredeyse her gün sayısız güvence anlaşmasına gireriz. Büyüklerimizle, çocuklarımızla, üzerinde yaşadığımız toprakların devletiyle, eşimizle, dostumuzla, metrobüs şoförü, uçak pilotu ile.
Bir çocuk, tabii ki doğar doğmaz anne ve babasıyla bir güvence anlaşması yapmaz, ama hepimiz biliriz ki çocukların sevgi dolu, sağlıklı ve bu hayatta yapmak/olmak istediklerini gerçekleştirebilecek koşullarda büyümeleri anne-babanın güvencesi altındadır. Bu güvence, bazı konularda bir ülkenin vatandaşı olmak hasebiyle devlet ile paylaşılır. Örneğin, devlet çocuğun eğitimini ve sağlıklı bir yaşam sürmesini güvenceye alır. Ya da, devlet, küçük yaşta zorla çalıştırmaya karşı çocuğu korumakla yükümlüdür. Ya da, kurumları ve personeliyle çocukların cinsel tacize uğramalarını önlemek için gece gündüz çalışmak, bu konuda yasalar çıkarmak, onlara uyulmasını sağlamakla yükümlüdür.
Bazı güvenceler vardır ki yaşamımızı oldukça derinden etkiler. Eğer o güvence işlevini layıkıyla yerine getirmiyorsa emeğimizi, kimliğimizi ve bedenimizi korumakta zorlanırız.
Kadınlar, Türkiye’de hiçbir tarih diliminde rahat yüzü görmedi. Zaman zaman kara günlerimiz oldu, zaman zaman ise kazanımlarımızla umutlandık. Bugünlerde ise, yine, bir kez daha, kasvet dolu günlerin içinden geçiyoruz. Güvencesizliğin 3 HAL’inin dibine vurmuş durumdayız desek yanlış olmaz herhalde.
Bu 3 HAL’in biri, yaşamak/yaşatmak için sarfettiğimiz emek alanında karşı karşıya kaldığımız güvencesizlik.
Emek alanında yaptığımız müzakere ve anlaşmalarda eşitsiz taraflar olarak yer alırız. Ücretli olarak çalıştığımız işlerde güç dengesi işverenden yanadır. Her ne kadar, emek piyasası, diğer piyasalar gibi eşitlerin buluştuğu, hakkaniyetli alanlardır diyenler var ise de, bu kandırmacaya kulak asacak değiliz. Zaten, bu eşitsizlik genel kabul gördüğü için çalışanın yanında, ona güç versin, örgütlü gücünü hissetsin diye sendikalar kurulmuştur. Sendikalar işçi/ücretlinin haklarını korumak, yeni haklar üretmek ve onun mücadelesini örgütlemek durumundadır. Devlet ise, yasa yapan ve yasalara uyulduğunu takip eden bir güvence oluşturma rolünü üstlenir. İş Yasası bunun bir örneğidir.
Türkiye’de sendikal hareketin şu anda içinde bulunduğu durum bir yana, sendikalar kadınlar için 8 Mart’larda karanfil dağıtmak dışında pek de bir çaba göstermedi. Sendikal hareket içinde mücadele veren kadınların önü kesildi; erkek egemenliği kendini sendikalarda da gösterdi.
Son 14 yılın hükümeti ise kazanılmış çalışan haklarını hızla törpülerken, kadınlara biçtiği eş ve anne rolünü pekiştirme yönünde bıkmadan usanmadan yasalar çıkardı. Amaç, pek sık dile getirildiği gibi kadınları eve tıkmaktan ziyade, eş ve anneliği unutmadan ucuz emek gücü olmaları idi. “Haddinizi bilin!” deniyordu yani. İşyerlerinde, erkeklere göre daha düşük konumda çalışmaları, aynı değerde işleri yaptıkları halde düşük ücret almaları, gittikçe artan oranda güvencesiz işlere sürüklenmeleri normal karşılandı. Ne de olsa bu onların “ev kadını” olmanın yanında ikinci işleri idi.
İşte burada, güvencesizliğin 2. HAL’ine geçiyoruz. Patriyarkal güvencesizlik. Toplumda kadın olmak patriyarkal sistemle gerçekleştirdiğimiz birçok müzakere ile yürüyor. Erkek egemen sistemin kurumları ve kişileri ile güvence anlaşmalarına giriyoruz. Bu ilişkide de taraflar eşitsiz koşullarda oturuyor müzakereye. Eşitsiz koşulları doğuran hem kitaptaki, hem zihinlerdeki erkekleri kayıran yasalar; günü yaşatan, ailenin bakımını üstlenen kadınları ikinci sınıf insan gören anlayış. Her an evde, sokakta, işyerlerinde aynı sistemin eşitsiz yapısı ve ilişki demetiyle karşılaşıyoruz. Daha birkaç gün önce, üniversite okumak için geldiği bir şehirde, kaldığı öğrenci yurdundan zorla götürüldü bir kadın öğrenci. Genç bir kadın, tacize uğramadan güvenceli bir yaşam sürmek için öğrenci yurdunda kalır. Bir kadının kaçırılmasının, sokakta/evde şiddet görmesinin suçlusunu o kadın yapan sistem, kadınlar için güvence değil, tehdittir. Boşanmanın neredeyse suç sayıldığı bu ülkede, boşanmaya kalkışmak ölümü göze almak demektir. Devlet ise, var olan kadın düşmanı değerleri dönüştürmeye çalışacağına, örneğin, belirli gelir düzeyinin altındaki eşi vefat eden kadınlara her ay sosyal yardım verirken, aynı durumdaki boşanmış kadınlara bu yardımı çok görmektedir. Çünkü, boşananlar “kutsal aile”yi bozmaktadırlar. Dul kadınlarla yapılan güvence anlaşması, boşanmış kadınlarla yapılmaz. Dayak da yesen, şiddet de görsen, o senin kocandır ne de olsa!
Güvencesizliğin zirve yaptığı 3. HAL ise OHAL. İktidarın her türlü baskı ve zulmü meşrulaştırma hali. Daha önce zorlu mücadeleler sonucu elde ettiğimiz güvencelerin yok edildiği, yasalara uyulmadığı, kendinizi savunma hakkının bile elimizden alındığı bir HAL. Şu anda, şimdi başımıza neler geleceğini bilemediğimiz bir güvencesizlik HAL’i.
Bu HAL’i en iyi bilenler Kürtler tabii ki. Onlar uzun yıllar OHAL içinde yaşadılar. Şimdi bir kez daha evleri yakılıyor, sürgüne uğruyorlar. Çocukları öldürülüyor. Kadınların ölü bedenleri teşhir ediliyor, kaçırılıyor, tecavüze uğruyorlar. Kurşunlanan buzdolaplarının içinden aileye sunulacak yemek çıkarmaya çalışıyorlar. Yağmalanan yatak odalarında etrafa saçılmış iç çamaşırlarının fotoğraflarını izliyorlar.
Batı’da da saldırılar gittikçe ağırlaşıyor. Barış istemenin işten atılmak, hapse atılmakla sonuçlandığı günler yaşıyoruz. Güvencesizleştirilen emek alanı, insanları işten atarken OHAL’in işine yarıyor.
Elbette, bu dönem de geçecek. Bu 3 güvencesizlik HAL’inin üst üste bindiği, iç içe geçtiği dönemi elbette arkamızda bırakacağız. Bu dönemin içinden geçerken, belki de en çok aklımızda tutmamız gereken bu 3 HAL’in ayrıştırılmış, kendine özgü alanlarının kalmaması. Patriarkal güvencesizlik, emek alanında yaşanan güvencesizlik ve OHAL, üçü de birbiriyle büyük bir uyum içinde, birbirinden destek alarak saldırıyor.
Bedenimiz, emeğimiz ve kimliğimizle ilgili tüm güvence alanları tehdit altında. Tam da bu nedenle, bu alanlarda kendine özgü mücadele vermenin kazanımı neredeyse yok. Bu iç içe geçmiş saldırıya karşı topyekûn mücadele gerekiyor. (ŞÖ/ÇT)