* Fotoğraf: Feminist Gece Yürüyüşü ekibi, 2021
Üzerimizden silindir gibi geçen hazan günleri yaklaşırken, bir 8 Mart günü. Yıl 1976. Yaşadığım kentteki kadınlarla pazaryerinde bildiri dağıtacaktık. Bildiri dağıtacaktık derken; metro başlarında, otobüs duraklarında, stantlarda yapılan bir dağıtım değil anlatmak istediğim. Pazaryerine gideceksin. Üzerinde 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü yazılı, evet sadece bunun yazılı olduğu avuç içi kadar kâğıtları etrafındakilerin seni fark etmeyecekleri bir anda aniden havaya atarak, uzaklaşacaksın, işin özü kaçacaksın. Yani kuşlama yapacaksın.
Üç beş kadın, çantalarımızda bildiriler olduğu halde pazaryerine dağıldık ve görevimizi başarıyla yerine getirdikten sonra buluşma noktası olan Töb-Der Lokaline geldik. Tabii arkamızdan da her gösteri sonrası lokali basan polisler… Siyah deri pardösülü bir kadın arıyorlardı. Ama siyah deri pardösünün o anda lokal mutfağındaki dolaba saklandığını bilmediklerinden elleri boş dönmek zorunda kaldılar. Tarih 7 Haziran 2015 sonrasını göstermiyordu henüz.
Bir başka 8 Mart öncesi… Eşit işe eşit ücret, her işyerine kreş için, imza topluyoruz. Kenar semtlerin birinde kadın çalışanların yoğun olduğu bir işyerine girip, derdimizi anlattık, imzaları aldık. Kapının dışına çıktık ki, ekip otosu bizi bekliyor. İşyerinde kreş açılmasını, eşit ücret almayı istemeyen biri görevini ihmal etmemiş anlaşılan. Gece emniyette sonlanıyor bu kez. Çünkü görev başında yakalanıyoruz. Bir gece misafir oluyoruz emniyette, yüzlerimiz duvara doğru dönük, ayakta bekleyerek.
8 Mart’ın sadece Emekçi Kadınlar Günü olduğu yıllardı o yıllar ve sosyalist-komünist kadın örgütleri, ev dışında ücretli çalışan kadınların yaşadığı çifte sömürüyle mücadeleyi önceliyorlardı. Sosyalizm gelince bu çifte sömürünün biteceğine inanılan yıllardı. Tarihe baktığımızda; Türkiye’de ilk olarak 1921 yılında TKP’li kız kardeşler Rahime Selimova ve Cemile Nuşirvanova1 tarafından gündeme getirilmişti 8 Mart. Ankara yakınlarındaki bir bağda toplanan kadınların, Mustafa Suphi ve 14 arkadaşının Karadeniz’de boğdurulmasını protesto ederek, anmayı gerçekleştirdiğini yazıyor kayıtlar.2
1975 yılına gelindiğinde Türkiye’de 8 Mart’la ilgili kamuya açık ilk salon toplantısı, kuruluş çalışmalarını sürdüren İKD tarafından gerçekleştiriliyor.3 İstanbul’daki Dostlar Tiyatrosu’nda yaklaşık 500 kadının katılımıyla gerçekleşen toplantının ardından İlerici Kadınlar Derneği (İKD) 5 yıl boyunca her yıl çeşitli etkinliklerle 8 Mart’ı gündeme taşıyor, aynı zamanda derneğin yayın organı Kadınların Sesi de 8 Mart özel sayıları ile okuruna ulaşıyordu. Paralel olarak, Birleşmiş Milletler 1975-85 arasını Kadınlar 10 Yılı ilan etti ve 1977’de de 8 Mart’ı Birleşmiş Milletler Kadın Hakları ve Barış Günü olarak kutlama kararı aldı. (1857’lerden 1921’lere çeşitli adlar ve oluşumlarla süren kadınlar günü anmalarını gerçekleştiren ve ardından günümüze kadar devam eden mücadeleyi sürdüren tüm kadınlara saygıyla…)
Daha sonraları, yani sonbaharın hüznünün ve bizim kuşağımız için acının en çok yaşandığı yılın ardından 8 Mart’ı fısıltıyla kendi aramızda konuşur olduk. Dört yıl sanki bir sandığa saklandı da kimseler göremedi, duyamadı 8 Mart’ı kamusal alanda. Görmek, konuşmak isteyenler bir araya gelebildiklerinde, bir elin parmakları kadardılar anca… Kırmızı karanfiller daha bir anlamlı, kırmızı çatkılar daha bir görünür olabildi sadece martın ilk haftalarında. Sarı sonbahar sürekli gece olan günlere bırakmıştı yerini. Ancak kadınlar boş durmuyordu. 80’li yılların başlarında, ikinci dalga feminizm, sınırlarımızı aşarak yakınımıza gelebilmeyi, ülke kadınlarına sızmayı başarmıştı artık. Kadın Çevresi bu yıllarda kuruldu. Bunun öncesinde ise YAZKO, edebiyat çevresindeki kadınların örgütlü gücü olarak yerini aldı tarihte. 80’li yıllar 90’lara devrilirken, 1985’te imzacısı olduğumuz CEDAW’ın (Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi) hayata geçirilmesi için yapılan imza kampanyası 6 binlere ulaştı, Dayağa Karşı Kampanya çığ gibi büyüyerek mor bir çatı oluşturdu. Eylül darbesinin ardından ilk izinli 8 Mart Yürüyüşü için, 1989’a kadar beklendi. O yıl feministlerin çağrısıyla İstanbul’da yürüdü kadınlar. Toplantılar toplantıları izledi, kampanyalar ses verdi, yürüyüşler, sergiler ve yapılan çeviriler, dergiler, değişik oluşumlar-birliktelikler kadınların sesini yükseltti, 8 Martlar da çeşitli oluşumlardan ve bağımsız kadınların toplantıları, etkinlikleri ile dolu dolu geçti. Ataerki karşısında örgütlenen kadınların takipçisi sadece kadın özgürlüğü için mücadele eden kadınlar değildi tabii ki. Ataerki de kadın hakları mücadelesini sürdürenleri yakından izliyordu.
Bir baktık ki karşı kaldırımlarda; kadının kadın olarak görünmediği, sadece çiçek şeklinde göründüğü partiler düzenleniyor, iş dünyasındaki kadınlar, sadaka kültürünün çıkış noktası olan yardım derneklerinde toplanan kadınlar, BM’nin Kadınlar 10 Yılı’nın açtığı yolda pıtırak gibi çoğalan ama kadın olmayı, biyolojik olarak kadın olarak doğmakla eş değer gören bazı oluşumlar 8 Mart’ı kutluyor.(!) Gazetelerde boy boy 8 Mart kutlamaları… Kuşlama için gözaltına alınmaktan, sevgililer günü gibi, anneler günü gibi, denizcilik günü gibi 8 Mart kutlamalarına geçmişti ataerkinin tuzağına düşen bir kısım kadın. Kadının anneliğinin, ev kadınlığının kutsandığı, yarıştırıldığı, kadın çiçektir denilen 8 Martlar… Kadın çalışanlarına birer kırmızı karanfil vererek- kırmızı karanfilin anlamını anlamsızlaştıran- 8 Mart Kadınlar Günü’nü kutlayan belediyeler, işverenler… İş; emeğinin karşılığına, kreş açmaya, süt iznine gelince üç maymunu oynayanlar… 8 Mart Kadınlar Günü, denilince akıllarına sadece; kadın emeğinden oluşan fuarlar açmak, kermesler düzenlemek, toplantı için salon, otobüs vermek, hobi ve beceri kursları açmak gelen idareciler… Üretirken rekabeti değil dayanışmayı çoğaltan kadın kooperatifleri kurmayı lüks görenler, bu tür girişimcileri cezalandıranlar…
Bazı kesimler 8 Mart’ta kadının adının ne şekilde olursa olsun duyulur olmasından hoşnuttu –ve hala hoşnut- belki ama 8 Mart’ta bir karanfil aldıktan sonra eve dönüp her türlü işin sırtlarında olduğunu gerçeği ile karşı karşıya kalınca ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğini iliklerine kadar hissedince de hoşnut oluyorlar mı, bilinmez? Bildiğim; ataerkil sistem kadına baskıyı, zulmü, ayrımcılığı devam ettiriyor yüzyıllardır; bütün çabalarımıza rağmen. Bunun için çeşitli tuzaklar kuruyor; aileden, hukuktan, dinden, eğitimden, bilimden güç alarak. İktidarından da kendi isteği ile vazgeçmeyecek.
Peki, ne olacak? Devlet katına yükselerek, kamuya yayılarak kutlanan(!) 8 Mart, bu meşrulaştırma karşısında giderek gerçek anlamını yitirecek mi?
Tabii ki hayır! Kadının sadece emekçi olarak değil, kadın olduğu için, cinsiyetinden dolayı ezilmesi, ötekileştirilmesi; birçok platformda günler geceler boyunca tartışıldı, tartışılıyor, fikirler üretildi, üretiliyor. Kadının ezilmesinin bir sistem sorunu olmakla birlikte, sosyalizmin iş yaşamındaki kadın sorunlarının bazılarını açıklayıp, ev içinde çalışmasından, kadın olmasından doğan ayrımcılığı açıklayamadığı gibi birçok sorun; masaya yatırıldı, yatırılıyor. Ülkeye sosyalizmin gelmesini beklemiyor artık kadınlar... Hiç olmazsa gün geçtikçe çoğalan tarafta olan kısımdakiler.
Yıllar yılların üzerine yığılırken, erkek egemen sistemin deşifre edilmesi hız kazandı- kazanıyor. Erkek egemen sistemle var olanların, yaşamlarını ancak ataerkinin devamlılığı sayesinde sürdürebilecek olanların baskıları, zulümleri de arttı; kadınların başkaldırısı ve hızla çoğalmaları karşısında. Çünkü ataerki değişirse, avuçlarının içi gibi bildikleri bu dünya ne hale gelir, hiçbir fikirleri yok.
Her gün en az 3 kadın öldürülüyor erkekler tarafından; hukukun uygulanamazlığından, yetersizliğinden, ataerkinin normlarından, zulmünden güç alarak. Pandemi evlere hapsetti, yoksunluğu-yoksulluğu daha çok arttı kadınların. Savaşa karşı barışı savunan kadınlar, cinsiyetçi savaş çığlıklarının bombardımanı altında her gün. Kimliklerine sahip çıkıp mücadele ettikleri için terörist diye damgalanarak cezaevlerine atılan kadınlara uygulanan zulüm her geçen gün etki alanını genişletiyor, içerideki kadınların çemberi daraldıkça daralıyor.
Ancak hayatlarımıza, sürdürmeye çalıştığımız yaşam biçimlerimize karşı ataerkinin bizi hapsetmeye çalıştığı sandığın kapısı aralandı bir kez… Ondandır etnik ve inanç farklılıklarımızın yanı sıra çocuklu veya çocuksuz, lezbiyen, heteroseksüel veya trans, evli veya bekâr, ücretli veya ev içinde ücretsiz çalışmak gibi farklılığa sahip kadınların bir aradalığı. Ondandır her 8 Mart’ta feminist sözlerimizi söyleyerek çoğalttığımız gündüz ve gece yürüyüşleri. Ve ondandır kadınların her yerde olduğu ve olacağı…
"Susmamız oturmamız/ Hep boyun eğmemiz/ Hayatı seyretmemiz/ İstendi bugüne dek/ Suskunduk ve bekledik/ Yaşandı seyrettik/ Sonunda yeter dedik/ Bir daha susmayana dek/ Kadınlar vardır/ kadınlar her yerde."4
1 Cemile ve Rahime İzmirli iki kardeştir. Cemile Hanım, İstanbul'da Darülmuallimat'dan mezun olur ve Bezm-i Alem Valide Sultanisi'nde öğretmen iken, Ziynetullah Nuşirvanovile evlenir. Kocasıyla birlikte Ankara'ya gelir ve sol harekete katılır. 1922'de Ziynetullah Nuşirvanov, Komitern'in 4. Kongresi için, Moskova'ya giderken, karısı ve baldızı da ona katılır. Sovyetler Birliği’ne yerleşirler. Rahime Bakü'de Kayserili İsmail Hakkı Selimovaile evlenir. Ankara İstiklal Mahkemesi'nde görülen Yeşil Ordu davasına, sırtlarında manto olduğu halde yüzleri açık olarak çıktıkları için, davranışları "açık saçık" olarak nitelendirilen üç kadından ikisi Cemile Nuşirvanov ve Rahime Selimova’dır. (F.S. Bianet/7 Mart 2006)
2 Mete Tunçay, Türkiye'de Sol Akımlar I (1908-1925) Belgeler 2, BDS Yayınları, İst., 1991,s.411.
3 Ve Hep Birlikte Koştuk/ Bir İKD vardı/ KYD/ Kadın Yazarlar Derneği Yayınları II. Baskı 2014 Eylül
*4 Av. Filiz Kerestecioğlu’nun, 1987’de Güncel Hukuk Dergisi Yazıişleri Müdürü iken, şiddet gören bir kadının boşanma davasını reddeden hâkimin “Küze susuz, ev sözsüz olmaz derler. Kadının karnını sıpasız, sırtını sopasız bırakmamak gerek” kararına tepki olarak yazıp bestelediği ve Güldünya Albümünde yer alan şarkı. Kerestecioğlu şu anda HDP milletvekilidir.