Akademisyenin tacizcisi olur mu? Olur.
Hem de hiç beklemediğiniz insanlar beklemediğiniz yerlerde beklemediğiniz davranışlarla sizi taciz edebilir. Siz bunu anlayamayabilirsiniz. Anlasanız dahi nerede ne diyeceğinizi bilemeyebilirsiniz.
Ben bu yazıda size aslında akademinin gündelik yaşamında gerçekleşen bazı psikolojik ve fiziksel taciz hikayelerini anlatmaya çalışacağım. Burada yaşanan tecrübelerin hepsi gerçek ancak isimlerin hiçbirisi aslını temsil etmemektedir.
Mobbing, taciz, tecavüz, saldırı ve buna benzeyen kelimeler/kavramlar bazen içinde bulunduğumuz durumları aktarmaya yetmeyebiliyor.
Bazen bu tecrübelerimize isim koyamasak da aslında bunun içten içe bir hak ihlali olduğunu biliyoruz. Ben bu yazıda kavramlardan çok tecrübelere odaklanmak ve bunların bizi nereye götürdüğünü tartışmayı istiyorum.
Tartışırken faydalanacağım görüşler ise mart 2018'de gerçekleştirdiğim bir saha çalışmasından elde ettiğim çıktılar. İstanbul ve Ankara’da çalışan ve/veya okuyan genç kadınların hikayesi. Elbette ki bu görüşmelerde sadece taciz ve mobbing üzerinde durmadık. Ancak bu yazıda işin hak ihlali kısmına değinmek istiyorum.
Görüşmeler esnasında da sonrasında analiz ile uğraşırken de gördüğüm temel şey akademinin belki bir aile belki bir devlet gibi tarif edilmesi oldu. Örneğin Melisa akademide iktidarın birebir yansımalarını gördüğünü söyleyerek sözlerine şu şekilde devam ediyordu:
"Aşağılanıyorum..."
“Karşındakinin kim olduğunun hiç önemi yok. Hocaymış, kadınmış, yaşlıymış. Ağzına geleni söyleyebilme. Bir dekan bir asistanı bir hocayı, belli bir yaşa gelmiş kadını diyeyim yani hiç kadrosu önemli değil, bağır çağır odasından niye kovar? Kadın çalışmaları yaptığı için? Biz bunları yaşıyoruz ya. Aşağılanıyorum. Bas bas bağırıyor adam bana mesela. Adamın kimseye eyvallahı yok, tepesindeki kişiler de öyle yani bakınca.” (Melisa)
Melisa’dan ne öğreniyoruz peki? Ben kendi adıma çalışma konusuna yöneltilen sansür politikası ve kadın düşmanlığı görüyorum. Elbette kadın düşmanlığı burada bitmiyor. Peri’nin ve Selin’in deneyimleri de farklı olana düşmanlaşmanın bir başka boyutunu veriyor bize.
“Yani Yeni Türk Edebiyatı, kendisi Eski Edebiyatçı. Hiçbir zaman yeni edebiyatçıları çağdaş çalışanı bunlar beğenmezler, küçümserler. Günümüzden sen ne çalışıyorsun, derler.
"Sakın bir yerde söyleme"
Halbuki kendisi daha doktorasını bitirip doçent bile olamamış yıllarca bir insan. Yani benim şu an yazdığım makale, ürettiğim yazı, çeviri onun dosyasından çok daha kabarık. Yaptığım işi saymıyor, iş olarak görmüyor. Değersizleştirme, çalıştığım alana işte "toplumsal cinsiyet bu nedir yaa!", işte feminist, bu ne LGBT ne? Sen sakın bunlara bir yerde söyleme.” (Selin)
“Akademide sadece ben ve hocam olsa çok mutluyum. Ben iş arkadaşlarımdan yana sıkıntı yaşıyorum aslında. Yani mobbingin her türlüsü var. Çok ağır belki kıdem tarzı bir mobbing uygulamıyor olsalar da işte tacize varacak kadar şeyler oluyor. Çok fazla erkekle aynı ortamda bulunuyorum ve dediğim gibi benim dışımda kalan bir arkadaş hariç herkes evli. Yedi sekiz kadın çalıştırıyoruz biz. Totalde 17 kişiyiz.
El şakası...
Erkeklerin ve kadınların yarı yarıya evli durumunu düşünün. Biz iki bekarız sadece. Tacize varacak hareketlerde bulunabiliyorlar. Hepsi demeyelim de. Bir iki tanesi filan. Geldiğimde beni kabullenmekte çok zorlandılar bir süre. Çünkü yeni gelen kişiyi kabul etmek istemiyorlar, oturmuş bir düzenleri var. Beni kabul ettiler, sevdiler filan. Ondan sonra da bu sevginin dozunu bir türlü ayarlayamadılar. Yani el şakası yapıyorlar filan. İyice dozunu kaçırmaya başladılar. Aramızda birisiyle şiddete varan bir şey oldu ve ben artık hiçbiri ile görüşmüyorum.” (Peri)
Üstelik işin acı kısmı her iki genç kadının da farklı kurumlarda farklı kişilerle yaşadığı mobbing sadece hiyerarşik bir yapının içinde toplumsal güç sahibi kişi ve kurumlardan gelmiyor. Birebir kendi sınıf arkadaşlarından insan onurunu kırıcı pek çok şey duyabiliyor.
"Kikir kikir flört ediyor"
“Ya ben sürekli kavga veriyorum, mesela bu kişi şey olarak kullanıyor benim pozisyonumu 'sen sus ya bi ibne','ibneye sahip çıkıyorsunuz siz' falan diyor. Sen benim ibneliğimi derse niye malzeme ediyorsun? Ben bunu savunurum zaten. Her derste konuşuyorum işte Selin yine Queer'den okuyor, Selin yine feminist perspektiften bakıyor şeklinde bir mansplaining [açüklama] geliyor, geliyor, geliyor ve hocalar da buna alet oluyordu ama bana ne zaman felç indi her biri ayağını denk aldı ondan sonra. Başlarına bela olacağım şeklinde. (…) Bana şey dediler, hani Selin oraya gitti biliriz o onla kikirdiyor, kikir kikir flört ediyor. Dediği hoca da yan masada oturuyor bu arada, ona mı bakacağım ben dedim ya.” (Selin)
"Biz bilmiyor muyuz feministliği..."
Mansplaining’in başka bir örneğini de Tülay anlatıyor. Üstelik bilime cinsiyetçi bir biçimde bakan bir hocası ile girdiği bir tartışmadan örnek vererek.
“Böyle toplantı yapıyoruz ben notlar alıyorum. İşte keynote için kimi çağırsak diyorlar böyle ama basın medya çalışan biri olsun. Sürekli erkek isimleri sürekli erkek isimleri. Şimdi aklıma da gelmiyor o an böyle kim olsa acaba diye. Dedim ki sorayım, ya dedim hiç mi kadın yok neden sürekli erkekleri düşünüyoruz, niye yok dedim. Öğrencisiyle evlenen şey yaptı, böyle hayır yani ne fark eder ki zaten bunları çalışan kadın yok ki falan dedi. Ben de dedim ki nasıl yok ya hemen size internetten açıp bulabilirim dedim. Ne önemi var ne fark edecek ki kadın erkek falan diyor böyle. Orada öyle bir atışmamız olmuştu. Oradaki hem bana bir itiraz hani sen kim köpeksin ki bana burada karşı çıkıyorsun ve üstelik böyle bir konuda bana karşı çıkıyorsun. Biz bilmiyor muyuz feministliği havasında.” (Tülay)
Tülay’ın anlattıklarındaki “Ben her şeyi bilirim, buralar hep benim, bilimi de ben buldum” cümlesindeki akademik kibrin eril boyutunu içeren ve beni akademiye dair en çok kaygılandıran şey araştırma alanının kadınlık/erkeklik üzerinden kategorik bir biçimde konumlandırılması.
Kırılgan erkekliklerini çıkarmamakta ısrar eden akademik erkek bireyler aslında hiçbir zaman birey olamıyor. Çünkü kendilerini bir başkasının üzerinden oluşturması ve kitapların üzerinde durması gerekiyor. Kitapları okumaktansa kitapların üzerinde duran bu kırılgan akademik erkekler kendi yetersizliklerini de cinsiyetçi bahanelerle örtmeye çalışıyor. Aşağıdaki örnekler tam da buna örnek:
"Baskılanıyorum"
“Hoca mühendis olduğu için zaten kendisi de dedi bunu kızlarla çok yapamıyorum tavrım çok sert dedi. Çünkü ben defalarca ağladım odasında tez döneminde falan. Tavrı gerçekten sert. Öyle olunca da bir iletişim kopukluğu oluyor. Bir de onun tarzı biraz daha baskı altında daha üretken olmak. Bende öyle bir şey yok yani. Baskı altında daha çok baskılanıyorum yani.” (Ela)
“Ben asistanlığı aslında çok rahat bir iş olarak gördüm. Çünkü hoşuma giden şeyleri yapıyorum. Mesela laboratuvarlara giriyorum. İşte öğrencilerle iletişim kuruyorum. Bunlar mesela çok güzeldi ve çok fazla iş yükü de yoktu benim üzerimde. Ama benim yaşadığım en büyük sıkıntı hep şey oldu, kendimi çok fazla erkeğin olduğu ve çok fazla erkek üretime odaklı bir yerin içerisinde sürekli yabancı ve garip ve sanki orada olmamam gerekiyormuş gibi hissettim. Bu sayısal alanda ve mühendislik alanında çalışan kadınların sürekli hissettiği bir şey. Kampüsün kapısının içinden girer girmez hissetmeye başlıyorsunuz. Mesela hiçbir çalıştığım bölümde bir tane kadın bilim insanı yok duvarlarda.
"Git çocuk doğur"
Zaten kadınlar 850 sene üniversiteye giremedikleri için bütün kadınların katkıları tamamen modern bilime. Modern bilime gelinceye kadar hiç yok. Ben üniversiteye başladığımdan beri duyduğum cinsiyetçi cümlelerin haddi hesabı yok. O kadar çok duyuyorsunuz ki ve bunlar şey hani şaka komiklik vs. diye düşünülüyor bazen ama öyle değil yani. (…) Mesela çok saygıdeğer, zeki, dahi- zaten hep erkekler dâhidir- öyle bir hocamız çok da iyi bir öğrenciye senin burada ne işin var sen git çocuk doğur demişti. Bu bölüm efsanesi olarak anlatılır ve herkes de buna güler. O hoca çok güçlü cinsiyetçi çıkışlar yapıyor zaten. Yani bana da işte bir soru sormaya gitmiştim ya hocam kafam karıştı demiştim sen de kafa mı var ki karışsın demişti. Doğrudan cinsiyetçi değildi belki ama ben erkek öğrencilere öyle söylemediğini biliyorum yani. Kadınlar fizik yapmamalı, kadınlar gitsin çocuk doğursun gibi şeyleri açıkça ifade ediyordu zaten.” (Hülya)
"Tek kadın benim"
“Her derste alakasız bir yerde derste seks metni okunuyor. Selin de bunları okur ya, Selin de bilir bu pozisyonu yaa!" falan. Dersin ortasında! Bunu yapan benim sınıf arkadaşlarım, akademisyenler. Akademisyen olamadılar aslında doktoraya yeni başladı çok muhafazakâr bir bölümde başladı. Bir şey üretmiyor, bir yazısı yok, bir makalesi yok. Her şeye bok atar, aman o ne biçim yazı olmuş falan sürekli bahane verip her şeyi eleştirip kendisi açık bir şekilde hiçbir şey yapmayan insan. 36-37 yaşında sürekli Kaybedenler Kulübünü oynayan erkekler bahsettiklerimin hepsi. Tek kadın benim orada.” (Selin)
Peki bu hikayeler bitiyor mu? Buna da hayır diyebilirim. Zira bu yazı dizisinin bir sonraki kısmında akademideki hiyerarşinin nasıl tecrübe edildiğini ve psikolojik şiddetin tüm bu tabloda nerede durduğunu tartışıyor olacağım. (PE/EMK)
Yarın: Güç Eşitsizliği ve psikolojik şiddet
Üniversiteden Şiddet Anlatıları dizisi
1/ Kadınlar Konuşuyor: Akademisyenin Tacizcisi Olur mu?