bugün yani bu yazıyı yazdığım gün, 8 mart, dünya emekçi kadınlar günü.
bugün tüm kadın arkadaşlarıma “tüm kadınların 8 mart dünya emekçi kadınlar günü kutlu olsun! eşit, sömürüsüz, kendilerini ‘erkeklerin’ erki ve şiddeti olmadan gerçekleştirebildikleri bir dünyada yaşamalarını diliyorum...” diyen bir mesaj yolladım.
yolladığım mesaja bir de kırmızı zambak resmi ekledim. üzerine yazdığım cümleyi ece temelkuran’ın son romanı “düğümlere üfleyen kadınlar”dan aldım.
“anlayacaksınız ki hayat sizin nefesinizde. başka hiçbir yerde, hiçbir şeyde değil. hayatı siz kuracaksınız. nefesinizi üfleyeceksiniz... hayat... nefesinizin yettiği kadar” (s:126)
çünkü bu sözleri bir erkeğin söylemesi çok olanaklı değil. bir kadın, ece temelkuran, romanındaki bir kadının, madam lila – samira – esma’nın ağzıyla söylüyor.
bu sözün anlamını, değerini ve doğruluğunu biliyorum; belki tüm erkekler de biliyor!
ama ne yazık ki tüm erkekler ne bu sözü söyleyebiliyorlar, ne de o sözün ifade ettiği gerçekliği dile getirebiliyorlar.
onun muhtemel nedenini de ece temelkuran aynı sayfada aynı ağızdan şöyle söyleyerek ifade ediyor:
“hakikatte kadınlar, bu âlem içinde başka bir alemde yaşarlar. içine aşklarını ve büyülerini üfledikleri bir âlemdir bu. erkekler biteviye o âlemi hırpalar, yıkar. kadınlar ise yeniden üfleyerek nefesleriyle kurarlar o âlemi. kadınlar, erkekleri de üfleyerek var ederler. bir erkek, bir kadının nefesi kadardır; başka bir şey değildir”
tam da bu yüzden sevgili ece temelkuran’a, ama aslında tüm kadınlara bir teşekkür borçluyum, borçluyuz!.. bunu bir kez daha bizlere doğrudan ifade edebildiği için.
8 mart dünya kadınlar gününe koşut
bu kitabı yaklaşık on gündür okuyorum. bu güne yakın günlerde bitmesi tamamen rastlantı! romana yoğunlaşınca, belki de algıda seçicilik nedeniyle bende bu “özel” güne denk geldiği düşüncesi uyanmış da olabilir.
kimbilir belki de “bir kadının üflemesi” yol açmıştır buna; ama nedeni ne olursa olsun, denk gelmesi çok hoşuma gitti. bir 8 mart ertesinde, bir kitap yazısının 8 mart kadınlar günüyle örtüşmesi çok güzel.
her romanın bir hakim rengi vardır, bu romanı okurken ben de hep “mor-eflatun” bir renkle yüzyüze geldim, kimbilir belki de o yüzden bu koşutlu ortaya çıkmıştır.
o yüzden en sonda söyleyeceğim sözü en başta söyleyeyim:
“bu romanı tüm kadınlar okumalı”. belki de işlerini güçlerini bırakmalı ve hemen bu günlerde okumalı.
ama kadınların okumasının olası ve gerçek bir değişim için bir kıvılcım yaratmaya yetmesi için “erkeklerin” de okuması gerekli.
tüm erkekler, babalar, kocalar, oğullar mutlaka okumalı. bu coğrafyadaki tüm erkeklerin okuması yalnızca kadınları anlamayı sağlamayacak bence. aynı zamanda da herkesin özlediği gerçek barışın belki de yolunu açacak.
çünkü bu roman o “mor-eflatun kadınların” maruz kaldıkları acı ve üzüntünün nedeni olan bir “savaşı ve sonuçlarını” da anlatıyor! üstelik de hepimizin gördüğü halde yine görmezden geldiği şu gerçeği dile getirerek:
“kan, patlayan kafalar, yerde yatan cesetler, kefenlenmiş cenazeler... duvara çizilmiş her bir kompozisyon savaş başlamadan önceki ve çatışmalar sırasındaki bir anı anlatıyor. çocuklara niye bunları anlatırlar, gösterirler ki? kandan başka hiçbir şeyle yapışmaz mı nesiller birbirlerine? insanlar, verdikleri kurbanlarından başka hiçbir şey için bir araya gelemezler mi? insanın kaderi bu.” (s:128)
belki kitabı okurken yabancılaşırlar ve farkına varırlar, varırız; ya da yüzümüze tutulan bu aynadaki gerçeğimizi görürüz.
kadınları kadın diliyle anlatmak
“düğümlere üfleyen kadınlar” herşeyden önce bir kadın romanı. kadın sesleriyle, kadın sözleriyle ama en çok da kadın nefesi, kadın soluğu ve kadının sessizliğiyle yazılmış bir roman. duyabilene, işitebilene, hissedebilene...
romanın dört ana karakteri var, dördü de kadın. anlatılan pek çok başka kadın ve erkeklerin önünde, ilerisinde:
ilki bu romanın yazarı; bir kadın gazeteci; ülkesinde olanlar ve başına gelecekleri görerek, dönmemesi istenen, dönemeyen, arada kalmış bir kadın. onun gözüyle, onun algısıyla, onun düşünce ve kurgusuyla okuyoruz romanı.
o yazar bir “yolculuk halinde”. ama kendi deyişiyle gideceği yerin meçhul olduğu bir yolculuk onun yolculuğu. bunu da kabul ediyor zaten, o yüzden de akışa kapılmak yolu ve yolda olanları izlemek onun işi:
“yola çıkmaya karar verir insan, nereye varacağına değil. bir yol hikâyesi yazmaya karar verdiğinizde de sonunu muhakkak yol yazar.”
bilge kadın, kadın bilge!
ikinci karakter “madam lilla” ya da samira, thirina, esma, daha pek çok adın sahibi “çok uluslu bir ortadoğu kadını”...
feleğin çemberinden defalarca geçmiş, ölümün kenarından dönmüş, ölmeyi ve öldürmeyi varetmeyi bildiği kadar iyi bilen bir kadın. dünyayı ama erkekleri çözmüş, bilge bir kadın, kadın bilge; bir “tanrıça”, bir “evsahibi”, bir “dünya sahibi”, bir “kraliçe”, bir “dido”, bir “el kahina”, bir “elissa”... bilen, söyleyen, yapan... ama aşık bir kadın. aşkı ile nefreti aynı yerde, aynı noktada, aynı kişide buluşmuş, ihtirasla birleşmiş bir “intikam”ı hedefleyen; sahip olduklarıyla, olamadıklarını bilen bir kadın.
“nefesiyle düğümleri yapan ve düğümleri açan” bir kadın.
üçüncü karakter “amira”. o da bir “tunus prensesi”. bilgisiyle bedeninin gerçeğini fark etmiş ve fark ettiren bir kadın. o da aşık, “muhammed’e aşık” tüm anlamlarda ve muhammed’in de aşık olduğu bir “melek”. ama muhammed’i de öldürebilecek kadar seven bir kadın. o aşkının farkında ve aşkının ondaki izlerinin peşinde. her anı aşkla dolu, inançlı ama inancını kendisi yaratmış bir kadın.
son “ana” karakter ise “maryam”. mısırlı bir akademisyen, tahrir meydanı’nın dirençli aktivistlerinden birisi. kendini sözlüsü, nişanlısı, kendisi gibi bir akademisyen olan “necib”in yerine, kahire’nin, hatta mısır’ın beşiktaş’ının tıpkı “çarşı grubu” gibi bir taraftar grubu olan “ultra”ların liderlerinden “kamal”a kendini veren, erkek aşkını ve tenini onunla yaşayan ve ondan bir çocuğu olan bir kadın... içinde taşıdığı ve yaşattığı erkeğin de kadınlığını bir “başka” hale getirdiği bir kadın.
bu dört kadının yolu tunus’ta bir otelin terasında kesişir ve sonrasında “ortak” yolculukları başlar: dış gerçeklikte, tunus, libya, mısır, lübnan’a iç gerçeklikte ise her yere ve her boyutta süren bir yolculuk: kadını ve erkeğiyle her “insanın” kendi içinde ve kendisini keşfettiği bir yolculuk.
üstelik de bu “her boyut”un içinde sıkça gözlenmeyen iki bin yıldan daha fazla süren bir tarihsel yolculuk da var. ama yine yazarın dediği gibi çıkılanda düşünülenle varılan yer hep farklı!
“hem siz kendinize bakmalısınız. Hanımlar, bu noktada mühim olan kadınlar. erkekler nasılsa yeni bir düzen kurup onun askeri olurlar. peygamberleri ve devrimleri sadece kadınlar ciddiye alırlar. siz kendinize bakın bakın da bu sefer de aldatılmayın. Dünya inancını kaybetti hanımlar. Dünyanın bir planı yok. ama biz dah iyisini yapabiliriz. Kadınlar daha iyisini yapabilir.” (s:331)
yapacaklar da!
“arap” coğrafyasının romanı
ece temelkuran’ın nüfus kağıdında ya da pasaportuda “tc” yazsa da bence o ortadoğu coğrafyasının bir yazarı; romanları da öyle, tüm ortadoğuya ait. “muz sesleri”nde (2010) böyle olacağını okuruna işaret etmişti.
“düğümlere üfleyen kadınlar”da ise bu kesinleşti kanımca. bundan sonraki izleği de aşağı yukarı belli bu bakımdan. artık o tüm orta doğu coğrafyasında olan biteni ve burada yaşayan insanların hikâyelerini yazacak!
yine aynı biçimde kitabın dili “türkçe” olsa da o ortadoğuda konuşulan tüm dillerde özellikle de arapça dilinde tanınıp bilinecek bir yazar bence.
“muz sesleri”nin arapçaya çevrilmiş olduğunu öğrendim, bu kitabının da çok sürmeden çevrileceğini ve arapça dahil, tüm ortadoğu dillerinde de türkiye’de olduğu kadar çok okunacağından eminim.
“iyi” romanların tarihsel gerçekliği oluşturma ve anlatma anlamında bir işlevi olduğunu hep düşünmüşümdür. bu yüzden böyle romanların aslında birer tarih kitabı niteliğinde olduğunu savururum.
dolayısıyla iyi yazarların yazdığı iyi romanlar “politik” yapıtlardır bence. kuramı, insan gerçekliğine ve onun algısına yedirerek yazılmış “politik” yapıtlardır. üstelik de politikayı, egemenlerin dilinden ve onların ağzından dile getirmezler; gerçek anlamda tarihi yapanların ağzından yazarlar.
“düğümlere üfleyen kadınlar”, hem tunusun “yasemin devrim”ini, hem libya’da kaddafi’nin devrilmesini(siyah devrim??), hem de mısır’da “tahrir meydanı”nı iyi ve doğru yerden anlatan bir tarih kitabı olduğunu düşündüm.
kuşkusuz bu “ece temelkuran”ın dünyaya bakışı ve aslında bir gazeteci kimliği olmasından kaynaklanıyor. yaşar kemal de yazmaya ve tanınmaya aslında bir gazeteci olarak başlamıştır; bu sürecin onun açısından çok şeyler gördüğü ve öğrendiği bir “okul” olduğuna eminim. temelkuran’ın gazeteci geçmişi ve bugün bu yöndeki faaliyetinin “roman yazarlığı” boyutuna katkıda bulunduğunu geliştirdiğini, aslında birbirini beslediğini düşünüyorum.
yine de bu, her gazeteci olanın “iyi romancı” olacağı anlamına gelmiyor tabii ki!.
“bildiğim bütün dilleri erkeklerden öğrendim, size söylediğim her şeyi ise kadınlardan. burada, hep birlikte olmamız tesadüf değil. bunu bilmelisin. sen, kaderle uğraşan birisin. insanların hikâyelerini yazanlar evvela şunu bilmeli: kaderini yazıyorsun. yalnız olacaksın. hem de hep.” (s:134)
film hatta dizi gibi
romanı okurken aklıma gelen bir başka yapıt angelopoulos’un “zamanın tozu” (2008) filmi oldu. ece temelkuran’ın da bu romanı yazarken aklına gelmiş midir bilmiyorum, ama ben pek çok koşutluk buldum, anlatılan ve anlatma biçimiyle ilgili. tarihsel boyutun ötesinde romanın görsel dili de çok ön planda ve güçlü. anlattığı herşeyi bir resim, tablo, ya da fotoğraf olarak gözönüne getirmek olası. bir de anlatış tarzı var tabii; tamamlanmamış, bir yeri açık bir daire! aslında bu daireler bir noktasından çoğu zaman daha üstte bir başka tamamlanmamış dairenin içine geçiyor.
işte bu yüzden bu romanın bir filminin, hem de üç dört saatlik “uzun-uzun metrajlı” bir filminin yapılması mümkün ve çok da güzel olur.
bu aklıma geldiğinden itibaren ise, şu sıralarda “tarihe merak salan dizi yönetmenlerimizin” ece'nin önceki, bu gelecekteki romanlarının da dizisini yapmalarının ne kadar güzel, doğru, toplumlar açısından değerli ve sinema açısından da geliştirici bir boyut olacağını düşündüm.
acaba romanlarının film haklarını birileri almış mıdır? bu yalnızca bu ülke, bu coğrafya içinde değil, aslında tüm dünya ölçeğinde tanınacak, bilinecek, bir anlamda dünyayı ve insanlığı etkileyecek ve değiştirecek yapıtlara sahipken bunu yapamamış olmak da çok üzücü.
çok şey yazılabilir, yazılacak...
yazdıklarımdan anlamışsınızdır ne kadar etkilendiğimi. bir kez daha açıkça yazayım; son dönemde okuduğum tek kelimeyle “en muhteşem” roman. başta da dediğim gibi ece temelkuran bir romancı. bir “kadın” romancı, kadını yazan ve kadınca yazan bir romancı.
erkeklere de kadını, kadınlarını, kadınları anlatan, ama özellikle de kendilerini anlatan bir romancı.
herkese dünyayı anlatan yazarın kendisinin de dediği gibi bir “yol” romanı. ama aynı zamanda bir de “zaman” romanı. “muz sesleri”ni bütünleyen, yeni suriye’de, ırak’ta, iran’da, kürdistan’da hatta arabistan ve yemen’de ortadoğunun her yerinin, her yerinde yaşananların romanlarının kapısını aralayan bir roman.
herkes okumalı!
“hayat yine senden çıkacak. senin nefesin yine büyü üfleyecek. bana üflediğin, beni var eden nefesini çek şimdi, onu hayata ver. hayat sana hak ettiğini bildiğim her şeyi bütün melekleri geri verecek.” (ms/hk)