Ojeli tırnaklarımız ne anlamsız göz zevkimiz ama faydalarından biri: "Gün içerisinde tırnaklarımıza bakarak mırıldanma." Mırıldanmalarımız...
Estetik beğeniler zaman içerisinde değişse bile, seçilmiş ve artık üzerinde pek de tartışılmaya gerek duyulmayan ve denilebilir ki "göreceliği sonucu değiştirmeyen" kabullerden biridir, kadının güzelliği. Kiminin beli, kiminin elleri, kiminin saçları, kiminin gözleri ve çoğunun -sevip sevmemekte henüz karar veremediğim- müphem orkestra şefliği.
Arkeolojik kazılar gösterir ki, kadının süs merakının geçmişi çok eskilere dayanır. Biraz da bu yüzden kadının cinsiyet simgesi aynaya benzetilmiştir. "Başımıza her gelen de bundan mıdır?" diye düşünmeden de edemem.
Daha yazıya başlarken, Latife Tekin'in Muinar'ındaki gibi içimdeki koca karının konuşmaya başladığını fark ediyorum ve bu kocakarının bizlere bakışı panoramik.
Cinsler arasındaki eşitsizlikten yakınması başka. Derdi, Sokrates'in dünyaya kafa yorarken karısı Ksantippi'nin ne yaptığı? Söylenecek, sövülecek, öfkelenecek çok şey var. Ama bunlardan daha önce aslında bizler nasılız?
Modanın yumuşak dikteleri ile bedenimizi giydiriyoruz. Çıplakken ise gene bu diktelerle aynaya bakıyoruz. Topuklu ayakkabılarımız gülünç çözüm yolumuz, uzun boylulara öykünmelerimize. Beş santimetre kadar boyumuzun ölçüsünü alıyoruz böylelikle.
Takviye sutyenlerimiz Allah bizi inandırsın öz uzuvlarımızdan ayırmadığımız. Memelerimiz var olsun, ama görenlerin gönlüne göre olsun. Ne kendimize benzeriz ne de benzediğimiz yakındır içimizdeki bizlerden birine.
İğrenç güzellik kokan, kozmetik reyonlarının önünde kusursuzluğa koşan yüzler. Süslenmek yakışıyor kadına ama... Ölü hayvanların "izinsiz" katkılarıyla süsleniyoruz ve estetik sanayinin bacasını tüttüren ne yazık ki kalçamızdaki yağlar.
Vitrinler en çok gene bizi çekiyor kendine. Alışveriş merkezleri nüfusunun yarıdan fazlası bizleriz. Tüketim kültürü en çok da bizim midemizden geçiyor. Kapitalizmin hızlandırılmış kurslarının vazgeçilmez hedefleriyiz, bu anlamda ihtimal dışı başarısızlık çok az tarihimizde.
Giydiğimiz mini eteği her çekiştirdiğimizde pes ediyoruz aslında, etimiz feshediyor ilk önce insan oluşumuzu. Straples büstiyeriyle didişiyor bardaki ablam, beden çizgilerini örtbas etmek istiyor köydeki dayı kızı.
O yüzden her kalkışında sinsice kalçasına yapışan eteği ayırıyor kendinden, siniye eğilirken de bir eli göğüslerinin önünde siperde. Savunmamızın çıkış noktası hep aynı: "Öğretildiklerimiz."
Eril dinlerin kurbanıyız her birimiz. Ve Anamın dediği "Mahşer günü saçlar, memeleri kapatmalı." ("Tenin dekolte ayarı; Örtük olan daha cazip olan" değil maksadı) O gün ile ilgili masalsı öngörüm anama diyemediğim...
Ve işte o mahşer yeri üzerine söylenenler erkeğin hafifletici sebebi. Terazinin bir ucunda erkek, bir ucunda kadın. Kefeye koyduğumuz -namus!- kadar, kıymetli oluyoruz çevremizde ve terazinin sorumluluğu hep bizde.
Kiraz küpelerimizle mümkün flörtleri yakalıyoruz gündüzün "yakaladığımız" karanlığında. "Sahiplidir" diye mimlenmek için derhal parmağımıza girecek halkayı arıyoruz kendimize ve "Sevişmeye münasiptir." mührü ile ödüllendiriliyoruz. (Hoş sadakatin tarifi de güzel hayatta ama bedeli iki insanın birbirini katli olmasa.)
Kucak dolusu geçmişlerle (öğretildiklerimizle) yanaşıyoruz sevişeceklerimize, sevişeceğimize. Sezdirmeden gizli geçitler kuruyoruz içimize girecek bedene. O gizli geçitlerde en gerçek kadınlar. Acemi, pişkin, fettan, arsız, utangaç...
Boynumuzda o geçidin kolyesi. Günah işledikçe daralıyor. Daraldıkça daha çok yakışıyor. Ama bir taraftan ahlak yargılarına karşı boynumuz kıldan ince.
Ve "Her kadın biraz kör olmalı!" tembihi var bilinçaltımızın temelinde. Elimize tutuşturulmuş ara ara düğümlü ipi takip ederek yol alabilme ihtiyacımız bu yüzden. Hani şu sinderella kompleksi meselesi. En kolay özgürlük, sutyenimizin kopçasını şıp diye açan marifetli ellerin göğüslerimize kavuşturduğu özgürlük. Asilikten ileri gelen hasretlere, kaçışlara yabancıyız bu yüzden.
Ne tuhaf ama saçımızı okşayan eller kekeme duygularımızın sebebi ve omuz başlarımıza konacak hükümler kendimizi uğurlayan, en mağrur halde yüzümüzü kızartacak kadar doğrumuzu şaşırtan. Ve o hükümlerin sonucu: Yara kadının, kan erkeğin. Bekâret çarpan erkek kalplerin izlerini süren kadınlar...
İzlerini gördüklerim yoldan çıkmayanlar. Aşk yangınlarına düşman, bacak ara bekçileri. İlk ve son diyorlar ve sadece vaktinde düşen meyvelerin ömrünü bahşediyorlar bizlere. O yangın bekçileri ölüm emri veriyor kadınlara. Ve belki de en çok cinsel devrim gerekli bu topraklarda.
Taraf olmaktan ziyade içerden bir sesin naçizane gözlemleri bunlar. Her özgürlük hareketinde, düşünsel savaşlarda olma ihtimali yüksek şeydir "Kendine tapınma." Kaçınmak gerekir bu duygudan ve kendini kollamak. Bu yüzden "biraz da böyleyiz"in altını çizmek istedim.
Ortak paydamız sanki söylenme biçimlerimiz. Yakınmalarımız, mırıldanmalarımız, şikâyetlerimiz ve haykırışlarımız. Aynı şeylere vereceğimiz tepkilerin birleştiğini düşünün!
Çanağı çömleği bıraktığımızı, perdenin rengi ile ilgilenmediğimizi, yarın ne yemek yapacağımızı düşünmediğimizi, sevgiliyi, kocayı bize verdiği mutluluk dışında kendi haline havale ettiğimizi, televizyon dizilerine hop oturup hop kalkmadığımızı...
Siyanürle altın aramaya karşı şaşırtan hevesli mücadeleleri ile Bergamalı kadınlar gibi, özgürlük savaşı veren inatçı Kürt kadınları gibi, acıyla koy vermeyen güçlü Kayıp Anneleri gibi, sabırlı Tekel Direnişindeki kadınlar gibi olduğumuzu... Bir düşünün...
Geçmiş ve şimdi gösteriyor ki bizim direnişlerimiz, inancımız, sabrımız, gayretimiz başka. Doğanın bir bildiği vardır demeye getirmek istemiyorum ama doğum kanalımın hakkını vermek istiyorum. Hayat mücadeleleri yakışıyor bizlere. (FG/BB)