Tesadüf müdür? Katliama dönüşen kadın cinayetleri artarken çocuklara yönelik şiddetin de her gün bir öncekini aratır halde karşımıza çıkması tesadüf müdür? Kadınlar her gün tecavüzle, tacizle, ev içinde ve dışında aşağılanmayla, hor görülmeyle terbiye edilmeye çalışılırken, çocuklara yönelik şiddet rakamları içerisinde en vicdan sızlatıcı istismarların özellikle kız çocuklarını hedef alması tesadüf müdür?
Rakamlar ortada. Her gün beş kadının çeşitli gerekçelerle katledildiği, yüzlerce çocuğun istismar edildiği, yoksulluğun cenderesi altında insanca yaşama hakkının sözünün edilemediği, savaşın ve çatışmanın yarattığı ortamda cezaevlerinin, kurşunların, gaz bombalarının gölgesi altında büyümenin kural olduğu bir karanlık tablo var karşımızda. Hem kadınlara hem de çocuklara yönelik şiddetin eşdeğer bir biçimde artması, bu şiddetin kaynağının ortak sonuçlarla değerlendirilmesi zorunluluğunu da ortaya koyuyor.
Muktedir olmayanın payına düşen...
Kadına yönelen şiddetle çocuklara yönelen şiddet arasındaki derin bağ, birini yek diğerinden ayıramayan "annelik" kavramsallaştırması üzerinden kurulmuyor sadece. "Annenin şiddet gördüğü yerde çocuklara ne yapılmaz" değil meselemiz tek başına. Kadına bütün yönleriyle şiddet uygulamayı meşru kılan bir iktidarın, bu iktidarı kullanmaya muktedir kıldığı erkekliğin, kendi emrine verilmiş kadınlara ve çocuklara uyguladığı şiddet gayet yapısal, yapısal olduğu kadar da o iktidarın neyi temel alarak kurulduğunu da apaçık ortaya koyan bir durum.
Muktedir olana her türlü şiddeti uygulamayı meşru kılan egemen sistem, toplumsal şiddeti aklarken, toplumun "yapı taşı" aile içinde kadına kötek, çocuğa sus hakkından fazlasını tanımıyor. Tıpkı muktedir olan bir ırktan olmayana köle olma hakkından, muktedir olan bir inanıştan olmayana kıyım hakkından, muktedir olan bir cinsel yönelimden olmayana linç edilme hakkından fazlasını görmediği gibi...
Kadını erkeğin ve toplumun malı kılan zihniyet, çocukları da bundan farklı görmüyor. Kendiliğinden bir değeri, kendiliğinden hakları ve talepleri olmayan kadınlar ve çocuklar, bu zihniyetin egemen olduğu bir toplumda ezilmesinin en doğal kabul edildiği, şiddetin rahatlıkla yöneltilebildiği varlıklar haline getiriliyor. Bu şiddete "dur" diyecek mekanizmaların yokluğu ise, şiddetin önlenemezliğinin ve kader olarak algılanışının yaratılmasının en önemli sebebi.
Ailede baba ve ağabeyle, toplumda erkeklikle şekillenen iktidarın fütursuz şiddetine dur diyecek kurumların, hukuksal yapıların ve zihniyetin olmayışı elbette ki bu iktidarı doğal gören bir sistemin en kendiliğinden sonuçları... Bu sonuçlar da en çok sınıfsal, ulusal ve cinsel olarak ezilen kesimlerin hayatını zindana çeviriyor.
Fıtrat-İtaat-Cemaat
Bedenlerinin ve emeklerinin her türlü sömürüsü üzerine kurulu bu sisteme "fıtratları gereği" ses çıkarmamaları sağlanmaya çalışılan kadınları kendi kaderlerine terk eden zihniyet, çocukları da yine aklı yetmez, yetişkin erkek tasarımlı dünyada eksikli gören, her türlü sömürüye açık halde olmasından faydalanan zihniyetle aynı aslında.
Hak kayıpları, giderek kötüleşen çalışma koşullarının yarattığı zorluklar ve sosyal devletin yıkımının yarattığı boşluğu doldurma görevinin bindirdiği yük kadınların hayatını cehenneme çevirirken, bir yandan da kamusal alanın kadınları eve-kocaya-cemaate mahkûm edecek şekilde muhafazakâr retorikle yeniden şekillendirilmesi kadınların emeğini ve bedenini tahakküm altına alıyor. Aynı durum, çocukları ve çocukluğu da cenderesi altına alan bu tahakküm ilişkisinin sürgitliğini sağlıyor.
Ey Kutsal Aile, Sen Nelere Kadirsin!
Neoliberal politikaların muhafazakâr dinamiklerle elele gündelik hayatın ve toplumun anlam dünyasının her yerine nüfuz ettiği günümüz dünyasında "aile" vurgusu ise oldukça manidar. Devletin sorumluluğu altında olan bütün hizmetleri "özel alana" atan, kadını bu özel alanın sorumlusu, hizmetçisi, bakıcısı, besleyicisi, koruyucusu kılan dönüşüm, kadınları da çocukları da korumasız-savunmasız bırakmakta. Kutsal aile mitinin yarattığı algıda, o kutsallığı bozacak her türlü şeyi defetme görevi verilen iyi aile babalarının kapalı kapılar ardında yaptıklarının hoş görülmesine ve desteklenmesine dayanan sistematik bir şey var. O baba ki, karısına her türlü işkenceyi yapabilir, çocuğu istismar edebilir, gerekirse sevip gerekirse dövebilir.
Bu, toplumun her katmanına yayılmış bir iktidar döngüsünün en ilkel biçimiyle yaşandığı yeri de işaret ediyor bize. Koruyucu, kollayıcı, karar verici otorite, bir doğal hak olarak istismar ve şiddet tekelini de elinde tutuyor. Toplumun yapı taşını oluşturan kutsal ailede babanın görevi ve hakkı, üst birimlerde eşrafın, öğretmenin, polisin, kaymakamın, bakanın, başbakanın görevi ve dahi hakkı haline geliyor (Siirt'te yaşanan istismar olaylarını hatırlayalım, ilköğretim çağındaki yedi kız öğrenciye, iki yıl boyunca cinsel taciz ve tecavüzde bulunan 100 kişilik zanlı listesinde okul müdüründen tostçuya, parti il başkanından, kahvehanede oturan "amcalara" kadar herkes var. Bu 'herkes'i, "Biz bu işi aramızda hallettik huzurumuzu bozmayın" diyerek koruyan bir de kaymakam vardı hatırlarsanız.)
Karşı karşıya kalınan hiçbir sorunu hiçbir kurumuyla çözemeyen-çözmeyen sistem, yaşanan bütün olayları "münferit" olarak değerlendiriyor. Olaylar "münferitleştikçe", yaşanan hiçbir şey içimizi sızlatmaz, ciğerimizi paralamaz ama daha da önemlisi öfkemizi somut eylemlerle ortaya koymamıza yol açmaz hale geliyor.
Merhametiniz batsın!
Olaylar "münferitleştikçe" yaşanan dehşet sahnelerini "merhamet eğitimleriyle" çözmek kolay ve anlamlı geliyor devletlilerimize. Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf'ın "harika bir proje" olarak nitelendirdiği merhamet eğitimleri projesiyle, Diyanet İşleri Başkanlığı şiddete karşı atılacak adımların çıkış noktasının ne olacağını da gösteriyor.
Kadınlara uygulanan şiddetin "merhametsiz birtakım erkeklerin yola getirilmesi" ile çözüleceğini düşünen zihniyet, çocuklara yönelik şiddetin de yine aynı biçimde hizaya sokulan anne ve babaların merhamet duygularının kabarmasıyla sağlanacağını varsayıyor. Artan cinsel istismar olaylarını "hadım yasası" ile çözeceğini düşünenlerin, istismarcıların hastalıktan ya da merhametsizlikten değil, tam aksine bu sistem içerisinde o şiddeti kullanmaları meşru kılındığı için, "aslanım kaplanım" muamelesi gördükleri için, hukuk hiçbir zaman aleyhlerine işlemediği için ellerini kollarını sallayarak dolaştıklarını görmüyorlar mı?
Örneğin, utanç davası olarak görülen bir davada, gerçekte pek merhamet sahibi görünen iyi aile babaları, asker, memur, korucu, muhtar gibi birçok devlet görevlisinin bulunduğu 26 erkek 8,5 yıl süren davaların ardından iyi hal indiriminden yararlanırken, "N.Ç.'nin yaptığı fiilin kötülüğünü bildiği halde bunu devam ettirmesi nedeniyle ceza indirimlerine gidilmesi ve sanık olarak yargılanan iki kadına iffetsiz bir yaşamı sürdürmelerinden ceza indirimlerinin uygulanmaması" merhametin neresine değiyor?
Merhametin olduğu yerde eşitlik yoktur, sorunu merhametle çözeceğiz diyenlerin de eşitlikten zerre kadar anladığı yoktur! Hoş, anlamaya niyetleri var mı ki?
Velhasıl, eşitsizlikler üzerine kurulan bu sistemde kadının payına düşen cehennem azabı neyse çocuğun payına düşen onun iki katı oluyor... İktidarın dönüştürülme imkanının olmadığı bu sistemde kalıcı çözümler, gerçek çözümler için meseleleri birbirinden ayırmadan, aralarındaki kopmaz bağları es geçmeden, bütünlüklü bir mücadele perspektifiyle bir an önce harekete geçmemiz gerekiyor. (SK/EKN)