Haberin Kürtçesi / İngilizcesi için tıklayın
Ben Ulaş Bayraktar, 43 yaşında sözde eğitimli, şimdilik orta sınıf, evli bir babayım ve feminist olmak gibi bir iddiam hiç olmadı.
Neden mi?
İlk olarak ben 33 yaşında dul kalmış bir kadının büyük oğluyum. O genç yaşına rağmen yalnız başına iki oğlunu önce baba ocağı küçücük bir kasabada, sonra hiçbir akrabası olmayan bir büyük şehirde tek başına, tüm bürokratik, toplumsal, ekonomik sıkıntılara karşı mücadele ederek yetiştiren bir kadının oğlu olma ayrıcalığı içinde kadınların neleri başarabileceğine ilk elden tanık oldum.
Kadınlıkla ilk temasım haliyle aklına koyduğunun lafını ve gereğini hiç sakınmadan yerine getiren bir anne figürüyle oldu.
Kaldı ki babasız bir evde büyüdüğüm için koca şiddeti, erkek egemenliğini de görmemiş olmam aile içi şiddet konusunda görece cahil kalmama sebep olmuş olabilir. En fazla dedemle tartıştığında annem, alt katta onlarla görüşmeden geçirdiğimiz birkaç günü hatırlıyorum.
Yabancı bir özel okulda geçen ergenlik yıllarımın vıcık vıcık eril sululuklar ve aşırılıklarla dolu olduğunu da inkar edemem. O günleri düşündüğümde kız arkadaşlarımızın küçümseyerek ve hatta acıyarak bizi izlediklerini fark ediyorum şimdi şimdi.
Bir sevgilisi olan erkek arkadaşımıza da hemen bir ağırlık gelir, sevgilisi ile el ele, sarmaş dolaş otururken, o müstehzi bakışı hemen benimseyerek bir süreliğine ergen sahnelerinden uzakta kalırdı.
Bir ağırlık, bir ciddiyet ile “Allah sizi de kurtarsın” dercesine caka satardı.
Ne fırsatlar kaçırıyorduk bu eril ergenlik saçmalıklarıyla uğraşırken.
Derslerde “Fareler ve İnsanları “okumak zorunda kalıp sonra Lenny taklidi yapıyor, “1984”ün filminden sadece Julia’nın bir sahnede gözüken göğsünü hatırlıyor, “Satıcının Ölümü”nde bizi bekleyen Willy kaderini hiç sezmiyor, “Sineklerin Tanrısı”nın oğlanlarından gaz alıyorduk.
Erzincan depremine gönüllü giden Amerikalı hocamızın neden bunu yaptığını hiç düşünmüyor, yaratıcı yazarlık dersindeki mücevher değerindeki egzersizlerin kıymetini hiç bilmiyorduk.
Oysa kızlar Türkiye müfredatı içinde yaratılan bu vahaların keyfini sürüyorlardı.
Üniversiteye gittiğimde çevremde bu vahaların hakkını zamanında vermiş entelektüel ilgi ve birikimleri ile Anadolu’nun güney taşrasından gelen beni şaşkına çeviren kadınlarla karşılaştım.
Onlarla vakit geçirebilmek için yapısalcılığı anlamaya çalışıyor, uluslararası hukuk bağlamında doğal hukuk kavramını düşünüyor, lisede de sadece ezberleyip sahneye koyduğumuz “Üç Kız Kardeş"in repliklerindeki manaları keşfediyordum.
Tek vahamız dağcılık kulübüydü. Ağır çantaları, uzun yürüyüşleri, zorlu tırmanışları yapabildiğimiz için bir tek orada kadınlar karşısındaki fiziksel üstünlüğümüzün tadını çıkarabiliyorduk. Kaya tırmanışının gerektirdiği esnekliğe geldiğinde iş, yine mahzunduk ama kısa sürede vazgeçtik zaten o sevdadan.
Bu dağcılık faaliyetleri sayesinde yazları yürüyüş rehberliği yapmaya başladığımda elbette bilemezdim hayatımın kerteriziyle karşılaşacağımı.
O akademik kariyerinin ilk basamağına adım atarken ben o zamana kadar aklıma bile getirmediğim bu mesleğe dümen kırmış oldum. Tüm değerlerim artık onun süzgecinden geçip tekrar şekilleniyor ve beliriyordu.
Onunla önce aşkımızın doğumuna şahitlik ve yataklık eden Torosların ve Akdeniz’in gizlerini, güzelliklerini keşfettik. Sonra İstanbul’un sokakları, sinemaları, tarihi mekanları birer birer anlam kazandı.
Paris’le onun gözleri ile tanıştım. Yuva kıldık orayı; sonra da Ada. İlkokul son sınıftan beri mesken tuttuğumuz Mersin artık bambaşka bir şehirdi. Kısa sürede de Umut’lu bir şehir oldu.
Sadece bir kişide insan hem sevgilisini, hem dostunu, hem hayat arkadaşını, hem meslektaşını, akıldaşını, yoldaşını da bulabiliyormuş onu da yine bir kadından öğrenmiş oldum.
Sadece akrabalarım, sınıf arkadaşlarım ve sevgililerinden ibaret değil haliyle tanıdığım kadınlar. Nice acılar yaşamış, zorbalık görmüş, mobbinge, tacize ve tecavüze uğramış kadınlar tanıdım. Ama sadece bir kısmı bu şiddet tecrübelerini bir kendine acımaya evriltmişti.
Ne acılarına yanıyorlar, ne de hayattan kaçıyorlardı. Bu acılardan güç ve inanç devşirerek eylemeye, daha güçlü, kararlı bir şekilde hayatla aşık atmaya devam ediyorlar.
Ellerinden, yüreklerinden geleni eyvallahsız olarak yapıyor, bilimse bilim, sanatsa sanat, ticaretse ticaret, gazetecilikse gazetecilik bu işlerin hasını yapmak için yılmadan mücadele veriyorlar.
İlla da ve sadece örgütlü feminist mücadele içinde aramayın onları. Gezi’de gördünüz, Barış İçin Akademisyenler’in içinde, Galatasaray Meydanı’nda, Karadeniz yaylalarında görüyorsunuz.
Buna mukabil erkek egemenliği, erkek şiddeti eksik değil, hatta artıyor; evet. Çünkü erkekler tedirgin. Artık kararda söz sahibi olmayı talep eden, siyaseti onlara bırakmayan, bilimi, sanatı, gazeteciliği, yöneticiliği daha mahir bir şekilde icra eden, hayır demeyi bilen, bundan sakınmayan kadınlar var her yerde.
Sevgili olmak, evlenmek istemeyen, cinselliği erkeğin talebine göre yaşamayan, boşanmak, çalışmak, gitmek isteyen kadınlar var ve tüm bunlar biz erkekleri tedirgin ediyor; zeminin ayağımızın altından kaydığını hissediyoruz.
Artık o beden gücüne, eğitim şansına sahip erkeklerin hükmünün sürdüğü düzen hızla değişiyor.
Yeni ekonomik düzen öyle kaslı, güçlü olmanızı değil, yaratıcı özgün fikir ve projeler geliştirmenizi, bunları sabır ve incelikle geliştirip sürdürmenizi talep ediyor.
Kadın işi oldukları için değil, bu işlerin gerektirdiği yaratıcılık, sabır ve özene daha sahip olanlar bu yeni düzende daha başarı şansına sahip. Dolayısıyla bu sistem oturdukça kadınların yeni düzen içindeki konumları gün geçtikçe güçlenecek.
Amerikalı gazeteci-yazar Hanna Rosin 2010 yılında The Atlantic dergisinde yayınladığı ve 2012’de kitap olarak basılan “The End of Men: And The Rise of Women (Erkeklerin Sonu: Ve Kadınların Yükselişi)” adlı incelemesinde toplumsal cinsiyet mücadelesinde değişen dengeleri ortaya koyar.
Rosin’in iddiası; ekonominin artık eskisi gibi fiziksel güç ve dayanıklılıktan ziyade, düşünce ve iletişime dayandığı için erkeklerin asırlardır sahip olduğu avantajların son bulmakta, sosyal zeka ve odaklanabilme yeteneklerine sahip kadınların iş hayatında daha başarılı olduklarıydı.
Nitekim Rosin, daha iyi eğitim alan kadınların önümüzdeki dönemin parlayacak 15 mesleğinin ikisi hariç hepsinde şimdiden çoğunlukta olduklarını gözler.
Bu değişim ilerledikçe kadınların sadece ekonomi de değil, siyaset içinde de daha belirleyici bir konuma geleceklerinden yana benim hiç kuşkum yok.
Bunun hızlanması için verilen çabaları çok önemsediğim halde her fırsatta buna dair çekincelerimi ifade etmekten kendimi alamıyorum. Çünkü siyasette kadınların nominal olarak daha mevcut olmasının siyasetin mantığında bir değişik yaratamamasından endişeliyim.
Demir Leydi’lerin, topuklu efelerin, Merkel’lerin, Çiller’lerin, Rice’ların siyaset yapıyor olmasının siyasetin erilliğinde pek de bir şey değiştirmediğini düşünüyorum.
Düzenin erilliği ‘kripto’ kadınlar üzerinde kendini sürdürme eğilimi taşıyabiliyor. Sadece parti siyasetinde değil, sivil toplumda hatta feminist mücadele içinde bile kadın görünümlü eril siyasetçilere sık sık rastlıyorum.
Sadece erkeklere karşı verilen bir mücadelenin, onlara mukabele etmeye çalışarak hak kazanmaya çalışmanın nihayetinde onları da erilleştirdiğini gözlemeden edemiyorum.
Oysa gerçek mücadele kadının elinden, yüreğinden geleni, kendi tarzı ve eyleyiş tercihleri ile sebatla yapmaktan geçiyor, yeni bir siyasi habitusun inşasına kafa yormak, bunun için emek vermek bayan kelimesinin yok olmasından bana daha anlamlı geliyor.
Elbette feminist mücadeleyi bu minvalde gören çok kadın biliyorum, tanıyorum ama hakim mücadele anlayışının erkekleri değiştirmek, onlara laf anlatmak, onlardan hak talep etmek şeklinde sürdüğünü düşünüyorum.
Oysa bana kadınların hali hazırda başlamış müstakbel güçlenişinin erkeklerden azade olması gerekiyormuş gibi geliyor.
Çünkü erkeklerle girilen iktidar mücadelesinin başarısı mevcut adaletsizlikleri kadın cinsiyetinin lehine değiştirecektir ama toplumsal cinsiyet asimetrisini içkin olarak tekrar üretmekten başka bir sonuç doğurmayabilir.
Oysa kadınların kendi doğal düşünüş ve eyleyiş tarzlarına daha fazla sarılarak yaratılacak bir devinim daha eşitlikçi bir toplumu mümkün kılacak tek yol olabilir.
Ne mutlu ki bana bu yolda yürüyen birçok kadınla yolum kesişti. (UB/ŞA/APA)
Görseller: Kemal Gökhan Gürses