Geçenlerde “Nereye Gitti Bütün Çiçekler?” oyununu izleme fırsatı buldum. Vajina Monologları’nın yazarı Eve Ensler’in bir yapıtı olan “Nereye Gitti Bütün Çiçekler?” Tuğrul Tülek’in yönetmenliğinde bir kez daha sergilendi. Ben kişisel olarak kadın bir yönetmenin elinden geçmesini dilerdim oyunun ama Tülek gerçekten ekibiyle güzel bir iş çıkarmış. Bosna Savaşından sonra kurulmuş bir mülteci kampında geçiyor tüm kurgu. Gerçi yönetmen Tülek, zaman ve mekan mefhumunu kaldırıyor oyunda ve adı olmayan bir yere taşıyor savaşı.
Kampta yaşayan kadınların hikayelerine dokunuyoruz tek tek oyun boyunca. Bir de Amerikalı iki kadın var; biri psikiyatrist diğeri travma uzmanı, kamptaki kadınları iyileştirmek için oradalar. Oyun öylesine güçlü ve o şahane diyaloglar öyle yerlere dokunuyor ki; mülteci meselesi, savaş, travma, yeni dünya düzeninden gelen terapist kadınların savaş gerçekliğine karşı olan yabancılıkları, postkolonyalizme göndermeler, erkek egemen harp alanları ve onların baş kurbanları kadınlar...
Kulağımıza çalınan her mesaj tüm seyirciyi olduğu gibi beni de sarsıyor fakat oyun boyunca beni en çok etkileyen şey kadınların birbirine tutunuşu oldu. O karanlık izbe kampta birbirlerini yaşatmaları, birbirlerine şifa olmaları bence tüm mesajların üzerindeydi... Aynı dilde konuşan ve aynı renkte olan kadınların birbirlerine hayat vermelerini geçin, o kampa gelen Amerikalı beyaz kadın psikiyatriste bile derman oluyorlar. Kendi acılarından damıttıkları şifayı ona da sunuyorlar.
Psikiyatrist J.S kadın dayanışmasından uzakta, monoton bir hayat süren, görev bilinci yüksek bir doktor karakter. Oyunun sonunda o kamptaki kadınlarla şarkılar söylüyor, yaşadığını ve de yaşamadıklarını fark ediyor. Doktor gözlüklerini çıkarıp, o kadınlardan biri oluyor.
Herkesi derinden etkileyen diğer bir karakter Seada. Genç Seada’nın dramı oyunda hepimize en çok dokunanlardan biri. Bebeğini kaybeden Seada yarattığı hayal aleminin içinde yaşıyor kucağındaki sahte kundakla… Yine tüm kadınlar onu yarattığı dünyasıyla kucaklıyorlar, sarıyorlar, iyileşmesi için sabırla sevgiyle bekliyorlar ya da beklemiyorlar, onu öylece olduğu gibi seviyorlar. Seada olmayan bebeğine sarılıyor, boş kundağı diğer kadınlara gösteriyor, bebeğinin ateşi çıkmış mı diye baksınlar istiyor. Ve tüm kadınlar orda onunla yasını tutuyorlar bebeğin. Genç kadını hem iyileştirip, hem de büyütüyorlar pas tutmuş, eski esvaplara sarılı mis gibi insan kokan bağırlarında. Travma terapisti olan ikinci Amerikalı kadının aksine hem de…
Batının insani yardım yaparken dahi gayri insani dokunuşlarını hatırlatıyor travma uzmanı Melissa bizlere. Yazacağı kitap için mülteci kadınları zorla konuşturup hikayelerini kaydeden fazla enerjik, çok bilir, savaş alanlarında kibrini büyütmüş bir karakter.
Oyun bitti, Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’nden ayrılırken aklımda başka kadınlar var... Tam da o gün, yani Ocağın 21’nde kahramanlaşmış onlarca kadın elele faşizme karşı yürüyorlar dünyanın bir çok yerinde. Onların bu onurlu yürüyüşünü düşünüyorum. Topuklarını yere vuruşlarını, rengarenk pankartlarını, şarkılarını ve gülümseyen gözlerini düşlüyorum… Oluk oluk dolduruyorlar Washington’un, Boston’un, New York’un, Berlin’in, Londra’nın, Amsterdam’ın, Paris’in ve daha nice şehirlerin çıplak sokaklarını. Farklı dillerden, renklerden, bedenlerden, yaşlardan yüzbinlerce kadın... Aralarında daha önce hiçbir protestoya katılmamış, tek bir kez slogan atmamış onlarca kadın da var. Çünkü artık onlar başlarını eğmemeye yemin ediyorlar, erkek egemen hoyratlığa, hakarete uğramalarına, “grab them by the pussy” (onları vajinalarından tutup yakalayın) diyen sefil bir liderin şarlatanlıklarına yenilmiyorlar. Buradayız diyorlar, değişim biziz diyorlar. “Future is female” (gelecek kadınlarındır) yazılı pankartlarını göğüslerini gere gere göklere sunuyorlar. Birbirini tanıyan tanımayan kadınlar, birbirinden güç alıyor, meydanlarda şifa buluyorlar.
Bu yaşadığımız toplum, erkek egemen düzen, bizi ufalıyor. Bazılarımız ölüyor, bazılarımız tecavüze uğruyor, kimimiz evlere kapatılıyor, kimimize ise gün yüzü gösterilmiyor ama hepimiz zaman zaman hor görülüyor, sürekli yanlış olduğumuz söyleniyor, aklımızın eksik, bedenlerimizin zayıf olduğu öğütleniyor, gülmemiz yasaklanıyor, dillerimiz kesiliyor ve susturuluyoruz. İşte bu zorbalığın içinde ancak biz birbirimizi ayakta tutarız. Bizler birbirimize ilaç, dost, kardeş oluruz. Birbirimizin sesi, terapisti, yoldaşı oluruz.
Ancak biz birlikteysek iyi oluruz, iyilik bizi beraberken bulur.
Aynı gün içerisinde yürüyüşe katılmış olan Amerikalı bir arkadaşımdan e-mail alıyorum, “İstanbul ses ver” diyor. “Sizde yürüyüş yok mu bugün?”
“Maalesef” diyorum, “Biz burada dağıtıldık, ama siz yürüyün bugün, yarınlarda size katılacağız.”
Çünkü artık gün gibi ortada; biz değişimiz, gelecek günler bizim. (ST/EKN)