“İnsanı, Doğanın tüm Hakikati
içinde yansıtmak...”
J.J. Rousseau
“Kadın olmak” ile yazmak arasında gerçekten de çok yönlü, karmaşık, çelişkili ve çoğu kez de acılı bir ilişki var. Aslına bakarsanız “kadınolmak” ile yalnızca yazmak arasında değil, konuşmak arasında da zor bir ilişki var. Ünlü feminist ozan Audrey Lorde’un dediği gibi,
Konuştuğumuz zaman korkarız,
Sesimiz duyulmayacak diye,
Sözümüz küçümsenecek diye.
Ama sustuğumuz zaman da korkarız.
Öyleyse konuşalım daha iyi!
Genelde sanatın ve edebiyatın cinsiyetinin olmadığı savunulur. Üstelik bu tezin en hararetli savunucuları bazen kadınlardır. Kadın yazarların ben “ kadın-yazar değilim; kadın olarak değil, insan olarak yazıyorum” dediğini sıklıkla duyarız. Oysa şimdiye dek herhangi bir erkek yazarın “ben erkek olarak değil, insan olarak yazıyorum” dediğini duymadık.
Çünkü yaşadığımız toplumda erkek, zaten insanlığın temsilcisidir ve bunu ayrıca belirtmesine gerek yoktur. “İnsan” deyince otomatik olarak erkek anlaşılır ve kadın “insan” soyutlamasının dışında kalır. “Kadın yazar” kavramının ortaya çıkma nedeni, budur.
Aslına bakarsanız “kadın yazar” kavramı sahiden gariptir ama ne yazık ki verili bir gerçeği yansıtmaktadır: Kadınlık ve yazarlık, cinsiyete göre bölünmüş eşitsizlikçi bir dünyada kolay bağdaşır kavramlar değildir. Bunları bağdaştırabilmek, toplumsal cinsiyetin yol açtığı sınırlamaları ve engellemeleri aşabilmek zorlu bir çaba gerektirir ve bunu başarabilen “olağandışı” kadınların da kendilerini cinslerinin geri kalanından ayırmak istemeleri sık rastlanan bir durumdur.
Dolayısıyla kimi “başarılı” kadınların benim cinsiyetim nedeniyle sorunum olmadı, bu feministler de niye bu kadar gürültü koparıyor anlamıyorum, herkes çalışsın başarsın” dediklerini duyduğumuzda çok da şaşırmamak gerekiyor. Ancak ben gene de, özellikle içgörü ve sorgulama yetilerinin daha gelişmiş olduğu varsayılan yazarlar söz konusu olduğunda, egemen toplumsal ilişkilerin ve ideolojinin böylesine önemli bir öğesi ve payandası olan cinsiyetçilik konusundaki bu safdilce körlüğe şaşırmaktan kendimi alamıyorum.
Çünkü sanatsal yaratım sürecinin gündelik yaşamdan yalıtılmış bir ortamda gerçekleştiği, yaratılan ürünün salt esin perilerinin bir dokunuşuyla ortaya çıkıverdiği düşüncesi efsaneden ibaret. Hiç kimse okurken ya da yazarken kendisini var olan toplumsal koşulların dışına taşıyamıyor.
Aslında yazarın ve yapıtının, onu kuşatan maddi ve ideolojik koşullardan bağımsız olmadığı genelde kabul edilen bir önermedir ama iş cinsiyete geldi mi, özellikle bizim toplumumuzda, itirazlar başlar. Bunda bilgisizliğin ötesinde, eleştirel düşünceye yabancılık önemli bir etken, çünkü var olan cinsiyetçi, eşitsiz toplumsal ilişkiler ağının sorgulanmaksızın sürmesine yardımcı oluyor.
Dinsel kültürün de büyük ölçüde beslediği ataerkil aile ideolojisinin ve bunun dayandığı cinsiyetçi işbölümü ve kalıp yargıların neredeyse tabu düzeyinde bir dokunulmazlık kazanması üzerinde düşünmek gerek. Siyasal anlamda en hızlı muhaliflerin bile iş toplumsal muhalefete, yani baskıcı aile düzeninin, eşitsiz cinsiyet rollerinin sorgulanmasına, farklı cinsel yönelimlerin tanınmasına geldiğinde bu hızlarının kesilmesi, hatta iyice muhafazakâr ve baskıcı bir tutum sergilemeleri bu açıdan gerçekten düşündürücü.
Oysa biyolojik olmaktan çok kültürel olarak üretilen cinsiyet kimliği, kişinin var oluşunu ve bu arada yaratım sürecini ve yazma edimiyle olan ilişkisini, tıpkı şu ya da bu sınıftan olması gibi, etkiliyor. Cinsiyetin keskin bıçağıyla bölünmüş bu toplumda kadın ya da erkek olarak yaşamak birbirinden çok farklı deneyimler ve farklılık, istesek de istemesek de, fark yaratıyor.
Nitekim kadın hayatlarının yazımı, özellikle de kadınların özyaşamöyküleri bu farklılığı çarpıcı bir biçimde yansıtıyor. Çünkü özyaşamöyküsü/otobiyografi, kişinin kendisini ele alıp “dile getirme” si, kendi öznelliğini kayda geçirme ve belgeleme çabası içinde kendisine bir “anlatı biçmesi” demektir.
Ancak acaba öyle özsel, türdeş, süreğen bir “kendilik” var mıdır ve eğer varsa bu, Rousseau’nun ifadesiyle, “Doğanın tüm Hakikati içinde” yazıda yansıtılabilir mi? Yani özyaşamöyküsü dediğimiz şey, söz konusu yaşamın çarpıtılmamış olarak algılanabileceği bir kopyaya dönüşebilecek kadar şeffaf mıdır? Yoksa özyaşamöyküsünde dile getirilen “kendilik”, yalnızca dil içinde ve onun aracılığıyla yaratılan yapıntısal bir kurgudan mı ibarettir?
Bu soruları yanıtlayabilmek için hakikat, bilgi, kendilik ve dil konusundaki inançlarımızı gözden geçirmemiz gerekir. Bilinç aracılığıyla kesinkes bilinebilecek istikrarlı, türdeş ve aşkın bir benliğin ve “Aklın doğru kullanımı” ile ulaşılabilecek “doğru” bilginin varolduğu önermesi, tam da post modernist söylemlerin yapı bozuma uğratıp sarsmak istediği modernist temelin öğeleridir.
Belki de en iyi Hegel’in “benliğe ilişkin bilinç, hakikatin doğum yeridir” deyişinde dile gelen bu Aydınlanma geleneği, aynı zamanda dilin de bir anlamda şeffaf olduğunu düşünmekte ve böylece “sözcük” ile onun işaret ettiği “şey” arasında bir denklik olduğunu varsaymaktaydı. Bu anlayışa göre nesneler dilsel olarak (ve dolayısıyla toplumsal olarak) kurgulanan şeyler değil, basitçe, ad koyma ve dilin doğru kullanımı yoluyla bilince sunulan şeylerdi.
Post modernist düşünürlerle birlikte feminist teorisyenler de, modernist kavramların yapı bozumuna katıldılar ve onların görünüşteki “nötr”, evrenselci görünümlerinin ardında yatan toplumsal cinsiyet düzenlemelerini açığa çıkarmaya başladılar. Bir edebiyat biçimi olarak özyaşamöyküsüne ilişkin eril geleneğin feminist eleştirisi ve kadınların çok ihmal edilmiş özyaşam öykülerinin ele alınması, bu yapı bozum sürecinin önemli bir parçasını oluşturur.
“Eril özyaşamöyküsü... erkeklik ile insanlığı özdeşleştirerek hem yazar, hem de okur olarak eril benliğin temsil niteliğini kutsar”. [1] Dolayısıyla, eril geleneğin ilk ön kabulü, özyaşamöyküsü yazarının gerçekliği yansıtma yetisi –onun (erkek bireyin) evrenselliği, onun temsil niteliği, onun topluluğun sözcüsü olma rolü – olur. Bir tür olarak öz yaşam öyküsünün ortaya çıkmasının kökeninde işte bu “radikal bireycilik” vardır ve geleneksel özyaşamöyküsü, burjuva erkek bireyinin kendini ortaya koyma ve gerçekleştirme iddiasında ve sürecinde önemli bir rol oynamıştır. Burada benlik başkalarına karşı kurulan bir şey olarak algılanır.
Oysa bizzat bireysel kimlik kavramı – yani benlik hakkında olduğunu iddia eden her metin açısından merkezi önemde olan bir “ben”- kadınlar için, erkekler için olduğundan daha farklı sorunları gündeme getirir: “Beyaz, erkek,burjuva, heteroseksüel ‘Ben’ kendisinin gayrı şahsi olduğunu, nesnel kültürel ve estetik değerleri temsil ettiğini öne sürebilirken; dişil ‘ben’, onun karşısında ‘benliğin’ istikrarsızlığını yansıtır; çünkü kadın marjinal ‘öteki’ konumundadır.”
Bu nedenle, kadın özyaşamöykülerinin “ben”e ve “ötekiler”e karşı alışılagelmiş, “tipik” eril yönsemeden farklı bir yönseme sergilemesi doğaldır. Kadınların özyaşamöyküleri, kadının kültür içindeki yerinin, yani kendi öyküsünü yazarken durduğu yerin, farklılıkla belirlendiğini ve farklılık yarattığını ortaya koyar. Kadının, yazmaya başlamadan önce, türdeş ve süreğen bir benliğe sahip olduğuna inanması erkeğe göre çok daha zordur.
Erkek özyaşamöyküsü yazarı, içinde yaşadığı zamanı temsil ettiğini iddia edebilir ve kendi çağını yansıttığına inanabilir; dolayısıyla, yaşamını yazmanın bir “toplumsal görev” olduğuna da inanabilir ve böylece ataerkilliğin tarihine kendi katkısını gönül rahatlığıyla yapabilir.
Kadın özyaşamöyküsü yazarının erkek-egemen bir kültüre olan marjinalliği ve toplumsal, siyasal ve psişik parçalanmışlığı ise, onun öykü yazımının “farklılık” ve “ötekilik” içine konumlanmasına yol açar; ne içinde yaşadığı zamanı, ne de bütün insanlığı temsil ettiğini öne sürebilecek durumda değildir kadın yazar.
Bu nedenle, aynılık ve özdeşlik yerine farklılık ve değişmeyi vurgular gibidir, çünkü zaman içinde tutarlı bir benlik yaratmaktan kazanacağı bir şey yoktur. Ve bir yerden bir yere gitmediği (“ilerlemediği”) için de, yaşama ilişkin algısı erekselci (teleolojik) değildir. Varacağı bir yer yoktur: Ne kendini aşabilir, ne de otantik ve eksiksiz bir varlık konumuna ulaşabilir.
Kadınların özyaşamöyküleri rasyonel, özerk ve irade sahibi Kartezyen birey kavramının ölümsüz bir hakikat değil, toplumsal ve ideolojik bir kurgu olduğunu ortaya koyar. İnsani özne tarih, kültür ve dilin ürünüdür ve benliğe ve toplumsal cinsiyete ilişkin kültürel kurgular, bireysel öznenin, tarihin belirli bir ânında kendisine açık olan belirli söylemleri benimsemedeki çıkarı ve yeteneğiyle iç içe geçer. Öyleyse, bu “yeniden formüle edilmiş” benlik, belirli söylem ve toplumsal süreçlerin bir ürünüdür; öznellik sürekli olarak yeniden örgütlenen toplumsal bir kurgu olduğu için yaşanmış deneyim ile onun temsili arasında gerilimli ve karmaşık bir ilişki söz konusudur. Toplumsal ilişkiler ile bireysel özneler arasındaki kesişmeler, tutarsız ve çelişkili bir özne yaratacak biçimde sürekli olarak yer değiştirir ve değişime uğrar. Bu nedenle, özyaşamöyküsü yazarı, hiçbir zaman kendi yaşamının “imgesel ikizi”ni yazıda yansıtamaz; tersine, kendisinden söz ettiği her seferinde kendisini metin içinde yeniden yaratır. Buysa, ilginç bir biçimde, özyaşamöyküsü yazarının gerçekleştirmeyi düşlediği şeyin olanaksızlığını ortaya koyar: “Kendisine ilişkin bilgiye ulaşma iddiasıyla başlayan süreç, içinde doğduğu koşulların üzerini örten bir kurgu yaratımıyla son bulur.” [2]
Eril özyaşamöyküsü geleneğine yönelik feminist eleştiri, bir anlamda, başlangıçta da aslında gerçekten var olmayan kendiliğin, sonunda bir metinden ibaret olduğunu öne süren Fransız eleştirel düşünürlerinin (J.Derrida, M.Foucault, R.Barthes, J.Lacan vd.) post modernist söylemi içinde değerlendirilebilir.
Bu yaklaşıma göre, özne yalnızca dilin bir sonucu olduğundan önceden verilmiş bir benlik keşfetme ya da geri getirme iddiası da olamaz. Ne var ki, Fransız post modernist yazarların dile tanıdıkları merkezi önem de sorunsuz değildir. Metin dışında hiçbir şeyin varolmadığı iddiasında olduğu gibi yalnızca metinler, işaretler ve göstergeler açısından düşünmek, dilin oluşumuna katılan ve onun oluşumunda yansımasını bulan somut toplumsal pratiklerin varlığının yadsınmasını ima eder. Somut toplumsal pratiklerin göz ardı edilmesi, başka şeylerin yanı sıra egemenlik ilişkilerinin ve toplumsal cinsiyet düzenlemelerinin de gözden kaçırılmasına yol açar.
Kadınlar için özyaşamöyküsü yazımı, kendilerini tanımlamanın ve kendi deneyimlerine ve emellerine yabancı ya da düşman bir dünyaya kendilerini sunmanın bir yolu olabilir. Onlar yaşamlarını, bireysel bir dâhinin sürekli gelişen başarı öyküsü olarak yazmazlar, aynı şekilde kendi çağları adına da konuşmazlar. Çünkü toplumla olan ilişkileri onları böyle iddialarda bulunmaktan alıkoyar. Aksine, öykülerine, yaşadıkları güvensizlikleri, başarısızlıklarını ve özel yaşamlarının ayrıntılarını yansıtırlar. Özyaşamöyküsü, onlar için alternatif “benlik” imgeleri yaratmanın, başka biçimlerde ifade edilemeyeni ifade etmek için gerekli “ses”i bulmanın bir yoludur.
Kadınlar da, başkaları gibi, öz-bilince erişme ve geleceğe bir iz bırakabilme arayışı içinde dünyaya bir imge sunma çabasıyla, özyaşamöykülerini yazmaya girişirler. Ne var ki, kadınların yaşamlarını yazma girişimi, bu öykülerin içinde yer aldığı özgül koşullardan kaynaklanan bir özelliğe sahiptir ve bir yandan özerklik ve bağımsızlık arzusu ile diğer yandan ikincil konumda olma gerçeği arasındaki gerilimi yansıtır. Kadınlar bu gerilimi, kendi imgelerini dünyaya sunarken “ötekiler”i de işin içine katarak çözmeye çalışır gibidirler. Bu “öteki”, bazen diğer kadınlar, bazen bir toplumsal sınıf, bir ırksal ya da etnik kategoridir. Egemen grubun dışında olanlar için topluluk ile özdeşleşmek, yazıda ve yaşamda, yabancılaşmanın üstesinden gelmiş bir benlik oluşturmanın yollarından biridir. Nitekim kadınların ve azınlık grup mensuplarının özyaşamöykülerinde toplulukla özdeşleşme özelliği kendisini sürekli olarak ortaya koyar.
Toplulukla bu özdeşleşme, marjinalleştirilmiş bireylerin egemen kültür içinde hissettikleri yabancılaşmanın ötesine geçmelerine ve kendi oluşturdukları pozitif (ve daha sahici) imgelerden kurguladıkları alternatif benlikler benimseyebilmelerine olanak sağlar. Bu tür imgeler yalıtılmış, bireyci benlik anlayışlarından türetilmez; işte bu nedenle Susan S. Friedman, kadınların özyaşamöykülerinin bireyci eril geleneğin tersine, ancak bireyin kendisini başkalarının dışında hissetmediği zaman mümkün olduğunu söyler. Kadınların benlik duygusu, başkalarının varlığına ilişkin derin bir farkındalık bağlamında oluşmaktadır.[3]
Feminist özyaşamöyküsü yazımının bir diğer niteliği –kendi yaşamını yazarak “başkalarına örnek olma” arzusu-, gene kişinin kendisini başkalarıyla ilişkilendirme çabasının bir örneği olarak yorumlanabilir. Bireyler belli bir değişime (bu örnekte, kadınların kurtuluşuna) derinden gönül verdikleri zaman, bu konuda yazmak istemelerinden daha doğal bir şey olamaz.
Bu yazarların kendi değerlerine ilişkin bir farkındalıkları, kendi yaşamlarının ve söylemek istedikleri sözün değerli olduğuna ilişkin bir duyguları vardır. Düşüncelerini ve iç görülerini, benzer deneyimler yaşamakta olan başka kadınlarla paylaşmak ve onlarla iletişim kurmak istemektedirler. Feminist özyaşamöyküsü de, diğerleri gibi, geleceğe bir iz bırakma ve kimlik arama edimidir; ama “büyük adamlar” kendi yaşam öykülerini ataerkilliğin tarihine katmakla “toplumsal bir görev” yerine getirdiklerini düşünürken, feminist kadınlar ataerkilliğe karşı mücadeleye katkıda bulunmak için kendi yaşamlarını paylaşmak ve böylelikle başka kadınları güçlendirmek amacı taşırlar.
İşte bu yüzden, dünyaya belli bir iz bırakabilecek bireyler olarak ortaya çıkmalarına yardımcı olanlara vefa borcunu ödemekte titiz davranırlar. Özyaşamöyküsü yazımını, kadınların, başkalarıyla kurdukları ilişkilerin ve içinde yetiştikleri topluluğun kendileri için ne denli önemli olduğunu göstermek için kullandıklarını gözlemleriz.
Zaten her türlü yazma edimi, yalnızca kişinin kendi kendisiyle ilgili olmayan ve varsayılan bir okuyucuya yönelik bir iletişim biçimidir. Virginia Woolf, özyaşamöyküsünün konumlandığı yerin, okuma sürecinin kendisinde olduğunu ileri sürer: Kolektif okuma deneyiminin ortaklığına odaklanan yazar, kendisine bir benlik oluşturur.
Bir kadının özyaşamöyküsünü okumak, bir kadın benliğinin kendini sergilemesini okumaktır; yani, “kendisini öyle adlandıran bir kültürel kurgunun öyküsünü... Bir kadın yazarın yaşamının tarihsel gerçeği, okuyucunun onun metninin içinde kavradığı anlamda yatar.” Ve bir kadının özyaşamöyküsünü okumayı öğrenmek, benlik kavramının bireyin kolektif kimliklerini işin içine katacak biçimde yeniden tanımlanmasını gerektirir.
Her kadının yaşamöyküsü benzersizdir ama bu öykü aynı zamanda onun, sınırlarını ataerkilliğin çizdiği Kadınlık ve Ötekilik kalıplarıyla etkileşimini olduğu kadar, kimliğinin başka kadınlarla paylaştığı yanlarını da içerir.
Dolayısıyla Woolf’un saptamasının izini sürecek olursak, “cinsiyetlendirilmiş bir okuma”ya; yani okurun, cinsiyetiyle işaretlenmiş ve kadın-öznenin izlerini deşifre etmeye yönelmiş bir özne olduğunu kabul eden bir metin okuma pratiğine ihtiyacımız vardır. “Bu okuma, özyaşamöyküsü okuru ile yazarı arasında yapıldığı varsayılan, metnin “açıkça gerçeği yansıtan bir proje” olmasını talep eden alışılagelmiş “sözleşme”den daha farklı bir “sözleşme”ye ihtiyaç gösterir. Böyle bir “sözleşme”, kadınların kendi yaşamları hakkında ne söylediklerini ama daha önemlisi ne söylemediklerini deşifre etmeye yönelmelidir.
Özyaşamöyküsü okumak çekicidir; çekiciliği, okuma yoluyla paylaşılan deneyimin kendi yaşamlarımızda sürdürülebilmesinde yatar. Çünkü başka birinin yaşamına ilişkin metin, bizi kendi yaşamlarımızın metnine geri gönderir. Özyaşamöyküleri aracılığıyla, hem yazarlar hem de okurlar, yaşamı “bilme”ye başlarlar. Bu mutlaka entelektüel ya da bilimsel bir bilgi olmak zorunda değildir, ama en az onun kadar gerçek ve değerli olan sezgisel bir bilgidir : “İmgelem aracılığıyla bilme, imgelemde yeniden canlandırma yoluyla gerçeği aniden kavrama, yaşamın ve yaşanmışlığın duygusunu edinme...”
Özyaşamöyküsünü bizim için değerli bir deneyim kaynağı yapan, onun aslında hiçbir zaman gerçek olamayacak olan “hakikiliği” değil, tersine, özyaşamöyküsü yazarının kendisini ve yaşamını nasıl algıladığını, bize göstermek istediği öz-imgenin ne olduğunu kavramamızı sağlayarak başkalarının ve kendimizin bilinç derinliklerine dalabilmek için bize benzersiz iç görüler sunabilmesidir. Özyaşamöyküsü, yaşamı “tüm hakikati içinde yansıtma” nın çok ötesinde, bize o benzersiz hakikati - içeriden kavranan ve karmaşık, akışkan, sürekli değişen, başlangıçtaki yazma ediminde olduğu kadar okuma sürecinde de değişen ve gerçekleşen “hakikat” i sunar. Büyüleyici olan yanı, budur.
Sözlerime başlarken, kadınlar açısından yazmak zorlu ve acılı bir süreçtir demiştim. Kadının kalemi eline alıp kendisini dile getirmeye, kendi adını kendisi koymaya, simge olmaktan çıkıp simgeleyene dönüşmeye kalkışması yerleşik kalıpları bozmak ve eril düzenin tanımladığı cinsiyet rollerini hiçe saymak anlamına geldiği için egemen ideolojik yapıya bir tehdit, iktidar konusunda bir hak iddiası anlamına gelir.
Bu açıdan elbette ödenecek bedeller vardır ve bu beraberinde korkuyu getirir; ama aynı zamanda kalemi eline almaya cesaret edenlere çarpıcı bir özgürlük olanağı da sunar. Bu duyguyu yaratan, çağlar boyu süren haksız bir geleneği hiçe sayıp kişinin kendisini özgür bir birey olarak tanımlaması, adlandırma eylemine girişmenin “yasak zevki” ni tatması, ve hepsinden önemlisi cinsiyetçilikle, eşitsizlikle lekelenmemiş yeni anlatım biçimleri, yeni bir dil, yeni bir dünya arayışındaki olağanüstü tadı duyumsamasıdır. [4] (FB/BA)
* Bu metin Prof. Dr. Fatmagül Berktay'ın Kadın Eserleri Kütüphanesi ile Yeditepe Üniversitesi'nin düzenlediği "Kadın Hayatlarını Yazmak/Writing Women's Lives" başlıklı uluslararası sempozyumda 19 Nisan 2014'de yaptığı açılış konuşmasıdır. Sempozyum Kadın Eserleri Kütüphanesi'nin 24. Kuruluş yıldönümüne denk geliyor.
[1] B.Brodzki, C.Schenck, der., Life/Lines – Theorizing Women’s Autobiography, Cornell University Press, 1988, s.2.
[2] Sharry Benstock, “Authorizing the Autobiographical”, The Private Self, der. S. Benstock, Routledge, 1988, s. 15.
[3] S.S. Friedman, “Women’s Autobiographical Selves”, The Private Self.
[4] Chris Cherry’nin çok sevdiğim şiirinde dile gelen, bu arayıştır:
Güçlü şiirler yazmak istiyorum
Boyun eğdirilemeyecek sözcüklerle.
Yaşamak için yeni bir dil arıyorum,
Beden ile zihnin uyum içinde olduğu,
Kalp atışlarının denizlerde yankılandığı,
çelişkileri kucaklayacak bir dilbilgisi…