İyisiyle kötüsüyle tam 15 festival geride kaldı. Kadıköy Tiyatro Festivali’ne çok küçük yaştan beri her yıl aksatmadan katılırım. Ama bu seneki her açıdan büyük bir iz bıraktı doğrusu. Tarihinin en iyi araştırılmış, en dinamik, en genç oyunlarını bin bir emekle bizlerle buluşturmayı başarabilen Kadıköy Belediyesi’ne bu güzel hizmetinden dolayı teşekkür etmek boynumuzun borcu.
Organizasyon her sene olduğu gibi bu sene de daha kapıdan girdiğiniz andan itibaren sizleri sıcacık karşılayan kedi yavrularıyla ünlü Özgürlük Parkı’nda gerçekleşti.
Bana kalırsa oyun öncesi süreç çok güzel yönetiliyordu her şey, tıkır tıkır işliyordu. Gitmek istediğiniz her oyun için, o günün öğleninde saat 14.00’da Caddebostan Kültür Merkezi (CKM), Kozzy Alışveriş ve Kültür Merkezi (KOZZY), Barış Manço Kültür Merkezi (BMKM) ya da Süreyya Operası gişelerinde sıraya giriyor, davetiyelerimizi ediniyorduk.
Görevlilerden edindiğim bilgiye göre yer numaralı davetli kapasitesi 1500 kişi ile sınırlıymış. Bu durumda dört ayrı kültür merkezinde aynı anda açılan online davetiye sistemiyle her gün gişe başına yaklaşık olarak 375 bilet düşüyor. Fakat buna göre sistemde azımsanamayacak bir açık olmalı.
10 Ağustos (CİMRİ – Semaver Kumpanya) günü saat 13.00’de girdiğim sırada önümde tam 47 kişi vardı. Kişi başına en fazla 2 davetiye verildiğinden sıra bana gelene kadar en fazla 100 davetiye sahiplendirilmiş olabilirdi. Diğer kültür merkezlerinin gişelerinin de çalışma hızlarının da aynı olduklarını varsayarsak hadi diyelim onlar çok hızlıydı ve 2 katı hızlı davetiye dağıtabiliyorlardı yine de taş çatlasa 700 bilet dağıtılmış olabilirdi. Sıra bana geldiğinde henüz daha son 2 olduğunu bilmediğim davetiyelerimi bana uzatan gişe yetkilisi “Davetiyelerimiz tükenmiştir” dedi ve bunu duyan ben psikolojik baskılarla karşılaşmak istemediğimden kültür merkezinden koşar adım uzaklaştım. Bu durumda şu soruyu sormak yerli yerinde olacaktır; davetiyeler nasıl bu kadar çabuk tükendi?
Her şeyi düşünen Kadıköy Belediyesi davetiye edinemeyenler için de kimseyi festivalden mahrum bırakmayacak çözümler de düşünmüştü tabii. Saat 18.00’da Amfi Tiyatro’nun az işlek olan bir kapısında davetiyesizler sırası oluşturuluyor, saat 20.55’ten sonra davetiyelerin üzerindeki yer numaraları geçersiz olunca sıradan herkesi içeri alıyor, merdivenler dâhil herkese istediği yerden oyunu seyretme imkanı sunuyordu.
Festuval başlıyor
Ve festivalin başlama anonsu verildi;
“Oyunumuz başlamak üzeredir. Lütfen cep telefonlarınızın kapalı olduğundan emin olunuz. İyi seyirler.”
Festival sahnesi 3 güzel kadın ile açıldı. Bam Tiyatro “Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin” ile bizleri kendisiyle tanıştırdı. Sahnede duran 3 sandalye sanki ‘dekorsuzluğun hakkını performanslarımızla vereceğiz’ der gibiydi ve öyle de oldu zaten. Oyun metni ‘demedim tabii..’lerle kadın olarak ne kadar çok ‘demediğimizi’ bir kez daha hatırlattı. Metnin yazarının ise erkek olması ‘diyemediklerimizin ne kadar da duyulabiliyor olduğunu’ kanıtlar nitelikteydi. Sezonda seyretmediğime pişman olduğum yapımlardan biriydi, tebrik ediyorum...
* * *
Festivalde seyrettiğim ikinci oyun Entropi Sahne’nin "Ebedi Barış"ı idi. Tanıtım broşüründe 100 dakika tek perde olduğunu gördüğümde başta çekimser davransam da kendimi alıkoyamadım. Aynı okulun mezunu olduğum Baran'a (Güler ) tadı damağımızda kalan Immanuel için teşekkür etmeliyim, herkes müthişti ama alt metnini çok detaylı kurduğunu düşündüğüm Baran, sahnede bir ayrı parlıyordu.
Konservatuvarda bir hocam yıllar evvel seyrettiği ve çok etkilendiği bir performansı anlatırken “…adam sahnede köpek oldu ya! Bildiğin köpek!” demişti de gülüp geçmiştik 'abartıyor' diye. "Ebedi Barış" sayesinde ben de ileride aynı cümleleri öğrencilerime kurabileceğim. Entropi Sahne bu cesur, üstüne fazlaca kafa yorulmuş oyunuyla bir kez daha sadece 3 kova ile de neler yapılabileceğini tiyatronun inandırıcı gücünün ne kadar kuvvetli olduğunu göstermiş oldu.
Not: Oyun süresi broşürde belirtildiği gibi 100 dakika değil 130 dakika sürdü maalesef. Mahvolduk, bittik, tükendik ve çok yorulduk! Bunu dramaturjik olarak mı seçtiler pek anlayamadık ama 130 dakika reji olarak belirlenmiş kararlı bir süreyse gereğinden çok çok çok fazla olduğunu bildirmekte yarar var.
* * *
Oynamadan mezun olamayacağınız, herkesin en az bir kere “..şehirdeki askerlerin gittiğine tek sevinen de bu galiba.” ile andığı bir baş yapıttır "Üç Kız Kardeş". Popovski’den seyrettiğim ilk yapım olan "Bir Yaz Gecesi Rüyası"ndan sonra beklentim çok yüksekteydi doğrusu. Ne yalan söyleyeyim günlerce incelediğimiz, sahnelediğimiz metni bir gram anlayamadım. Kullanılan metaforların, imgelerin çok derin ve seyirciye geçmesi zor kanallardan ulaştırılmaya çalıştığını düşünüyorum. Oyunun birçok yerinde İngilizce konuşulması ve bunun seyircinin bir kısmı tarafından anlaşılamaması da oyunun neyden ibaret olduğuna dair birçok soru işaretini iyiden iyiye yerleştirdi akıllara.
Not: Oyunun başında şeffaf kısımlar ve erimesini sağlayan o sıvı malzeme neydi?
* * *
“Bu nedir şimdi! E biz boşuna mı aldık o diksiyon derslerini?!” (Oyundan sonra çıkışta yapılan en samimi ve doğru yorumdu bence. ) Ses, beden, makyaj, kostüm, aksesuar, dekor (dekor dediğim de 3-5 perde yani) bu kadar mı işlevli, bu kadar mı anlamlı, yerinde ve anlaşılır (artık anlaşılmayan ama ayakta alkışlanan her ortamda seyreden kişiye büyük kültür kazandıran festival filmleri gibi, tiyatro oyunları da türedi..) kullanılır!
Macbeth metinini bilen bilmeyen 1500 kişiye çoğunlukla nidalarla, iki kadın en eciş bücüş halleriyle anlatmayı başardılar ya pes doğrusu!
“Dankınnnnn! Malkımmmmm!
Müthiş bir deneme olmuş. Öyle inşaat gibi dekorlara, düğün pastası gibi kostümlere ihtiyaç olmadığını nasıl güzel anlattınız siz öyle.. Festivalin seyircilerine sunduğu, her açıdan eleştirildiğinde müthiş çıkarımlara ulaştığım bir seyir zevkiydi "Şatonun Altında" Ayakta alkışlıyorum, bravo!
* * *
“Senin ağzından çıkanla kulağının duyup yazdığı bir midir acaba İdil Hanım?!”
Veee… Semaver Kumpanya!
Nam-ı yeter, Çevre Tiyatrosu.. Festival seyircilerini "Cimri" ile karşıladılar. Amfi tiyatro içerisinde koltuk, merdiven, ağaç tepesi dahil olmak üzere her yer dopdoluydu. Bunu sağlayabilmek herkesin harcı değildir. Yaptıklarına güzellik, samimiyetlerine öğreti sakladıklarındandır.
Oyun son zamanların dillerden düşmeyen dizisi Fi’nin karizmatik muhbiri Kaya olarak tanıdığımız Hakan Atalay ve kendisinden bunca zaman bizi mahrum bıraktığına üzüldüğümüz Gözde Şencan ile açıldı. Ah bir de duyulabilseydi!
(Açıkhava sahnelerindeki gösterimlerde en büyük problem her zaman headset mikrofon kullanıp kullanmama halidir. Ya frekanslar karışır, ya oyuncu yanlışlıkla sessiz tuşuna basmış bulunur, ya da yeterli sayıda mikrofon bulunamaz.)
Duyabildiğimiz kadarıyla, Sezin Bozacı yine harikalar yaratıyor, Serkan Keskin gol üstüne gol atıyordu. Bütün bir oyun boyunca malum tiradı bekledim durdum. Sabır.. Müthişti! Cimri, yine sezonda kaçırıp seyredemediğime pişman olduğum yapımlardan oldu.
* * *
6-7 maske, 1 vileda sopası, 1 merdiven ile ne yapılabilir?
Sezonda Emek Tiyatrosu ’nda seyrettiğim tadı damağımda kalan, gözleri pırıl pırıl istek ve umutla parlayan Merve Engin tarafından anlamlanmış #KIYOTBÖY; Kıyıya Oturmanın Böylesi!
Son derece klişe konusuyla, bizleri saatlerce güldüren, sesin, bedenin bu kadar yumuşak ve esnek kullanıldığını uzun süredir görmeyişimizden de hasret kalarak “ne kadar estetik!” yorumunu getirdiğimiz harika bir oyundu. Commedia dell`Arte örneği görmek isteyen tüm seyircilere, meslektaşlarıma, okumakta olan kardeşlerime ödev olsun. Bu kadını bulun!
* * * * * *
“Sizleri tanımaya başladığımdan beri yere bakıyorum hep. Daha önce göğe bakardım.”
Yolcu Tiyatro oldukça modern, harika illüstrasyonlarla müthiş fotoğraflar veren bir oyun sahneye koymuş. 120 dakika yer yer kendilerini dinlendirdikleri (e haliyle!), yer yer “..bu nasıl bir kondisyon!” dedirten performanslarıyla bizleri çok etkiledi. "Joko'nun Doğum Günü"nünde ikkinci perdenin yükseldikçe doruğa ulaşan ve beklentiyi her geçen saniye yükselten performansların aksine seyirciyi çok düşürdüğünü iki perde arasında hakkaniyetli bir denge kurulamadığını düşünmekteyim. Joko’ya hayat veren Tolga İskit başta olmak üzere herkesi kutluyorum!
* * *
Festivalde seyredebildiğim son oyun Emek Tiyatrosu ’nun "Sevmekten Öldü Desinler"i idi. İki sene evvel yine aynı sahnede Seda Türkmen ile bir olup karnımıza ağrılar sokarak "Cambazın Cenazesi"’yle bizleri kırıp geçiren İbrahim Halaçoğlu’nun adını broşürde görünce epey heyecanlandım.
"Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin" ile kaleminin müptelası olacağımı düşündüğüm Murat Mahmutyazıcıoğlu, beni bu oyunla biraz üzdü. Sonunu daha beşinci dakikadan tahmin ettiğimiz dramatik kurgular artık bize çekici gelmiyor.
Şarkı söylemeye hevesli, sesi ve kulağı gerçekten hakkını verir olan, muhtemelen iyi de anlaşabilen 5 kişi ‘konulu bir dinleti’ sundular bizlere. Her zaman çok etkileyici yapımlarla karşımıza çıkan Emek Tiyatrosu, bu sefer önceki yapımlarının altında kalan bir oyunla karşımızdaydı.
* * *
Başta da dediğim gibi, iyisiyle kötüsüyle bir festival daha geride kaldı. Her sene yılmadan bu organizasyonu sırtlayan Kadıköy Belediyesi gencinizi, yaşlınızı ne kadar diri tutuyorsunuz böyle güzelliklerle görün... Ellerine sağlık; her yönetmenin, yazarın, dramaturgun, reji asistanının, oyuncunun, ışıkçının, sesçinin, dansçının, koregrafın… Kadıköy’lünün! Seneye görüşmek üzere! (İT/HK)