“Suçunu kabullenirsen onu taşıyamamaktan, onunla birlikte yaşayamamaktan korkuyorsun! Çünkü aslında onun sözü doğru: 'Bazen tüm insanların, yakalanmadığı için kendini suçsuz hisseden katillerden hiç de farklı olmadığını düşünürüm...'”
Yalçın Hafçı’nın NotaBene Yayınlarından çıkan son romanı “Yağmurdan Sonra”, kasıtlı ve cevaplanması istenmeyen toplumsal-tarihsel-politik kötü bir soru olarak tepemize inen bir dönemin; 1980’lerin 2000’lere taşındığı o derin kuyunun tanıklığı olduğu kadar, bugünün haritasını da içeren bir kitap.
Romanın kahramanı Tahir’in, büyük harflerle yazılarak kafamıza kakılan tarihe geçmeyecek ve gündeliğin sıradanlığında, kopuk, rastgale, nedensiz, yani hayatın neden-sonuç ilişkisine gelmeyen dokusu içindeki varlığının, varoluşa taşınma çabasının dökümü aynı zamanda. Devlet aklının ya da hikmet-i hükümetin 1980’lerle “yeni” ve daha saldırgan bir düzeyine eklemlendiği, her şeyin neo’larla anıldığı “eskiyeni” dünyanın ağırlığının ve vahşetinin algılandığı 1990’ların sonu ya da kapitalizmin çılgın koşusuna yol döşeyen devletin, hayatı, gördüğü yerde imha ettiği zifir yılların kazdığı kuyuların tanıklığı. Toplumun, “sınıf”tan çıkmaya zorlanan “yarışanlar” ve “savaşanlar” cephesinde açığa çıkan işgalci boşluğunun yarattığı ağırlığın ortasında Tahir, kendini olumsuzlayarak, hayata çalım atarak dolaşan, arka kapılardan kaçan ama kendi çalımlarının da ciddiye alınmasını istemeyen bir anlatıcı ve anti-kahraman.
Kayahan’ın şarkılarıyla içlenen ama boşaldığı yerden bir türlü içi dolmayan hiçlik yıllarının büyük kuşatıcılığında, Platon’un idealar alemi ile ironik bir tartışma yürüten, hayatla kavgalı bir edebiyat öğrencisi olarak çıkıyor karşımıza Tahir.
Felsefenin kendisine düşülen bir dipnot olarak anıldığı filozofun, gerçeklik ve temsile ilişkin hükmünün, çağlar boyu felsefenin başına bela edildiği yerden, temsilin iktidara, iktidarın hedefe, hedefin yaşama, yaşamın aynılaşmaya, aynılaşmanın tekrara ve ezbere açılan coğrafyasında, bir tür dikiş sökücüdür Tahir. Ve Platon’la düştüğü ilknot, Nietzsche, Sartre, Camus duraklarına uğrayan aylaklığının aslında, Yabancı’dan, Yaşama Uğraşı’na ve Putların Alacakaranlığı’na, bununla yetinmeyip Kafka’nın Şato’suna ve Dava’sına uğramaksızın yol almanın mümkün olmayacağı bir öznel dünya-nesnel dünya diyalektiğine taşıyor bizi. Felsefi yolculuğun, günlük yaşamın yabancılaşmış, absürt ve rastlantısal görünümü içinde anlamsızlığa çarpan anlam sorgusu, romanın tümünde gündeliğin çelişkisine sinen gerçeklik- kurgu geriliminde yol alıyor.
Yaşadığı her şeyin aslında izlediği filmlerden birer sahne olduğunu keşfeden Tahir’in, edebiyat-sinema ve gerçekliğin gündelik akışında sürdürdüğü “serbest düşüş”, Nietzsche’nin çekici ile kendini yıkarak inşa ettiği bir içsel sorgu aynı zamanda. Kendini yıkma aynı zamanda kendini kurma eylemi ise Nietzsche’nin Zerdüşt’üne hayran bir nesil içinde, Putların Alacakaranlığı’na dalmaktır Tahir’in yolu. Ve Tahir, Ebru’nun “ Yalancı, ukala şey” suçlamasında en çok “şey”e kırılandır. Yazmak gibi zorlu bir süreçte kelimelerle arasına giren duvar kendisidir ve nesnelin “şeyleştiren-uzlaşmacı” baskısı karşısında kazanmaya gönülsüz ama kışkırtılmaya meyilli olandır.
Savcıya sorduğu “Bunları ben mi beğeniyorum, yoksa siz mi seçiyorsunuz?” sorusu, çekici yedeğinden eksik etmeyen ceberrut devlet-örgüt-iktidarın, hayattan anladığına döndürme operasyonunda açığa çıkansa, Tahir, kendi çekicini yine kendini dövmek için cebinde taşıyandır ve sorusu hepimiz için geçerlidir.
Devleti, örgütü, akademisi, ailesi ile her gün birbirini döverek ıslah eden bir toplumda, kendinden ayrılmayı göze alanların payına düşendir savaş. Tahir’in “ilginç”likle nitelendirdiği çevresi bu yüzden “Biri yıkıcı, biri bölücü, biri katil, biri deli” olarak yaftalananlardan oluşur ve Tahir’e göre: “İnsanın çapını çevresi belirler sonuçta.”
Yarıştan çekilen ama savaşın içinde kalanlar, özneliğin na-mevcut topraklarında sürgün olanlardır. O halde “Yapmamayı tercih ederim” diyen Bartleby’den, İzzet’in de deli yanından sevdiği adalet savaşçısı Don Kişot’a ve Küçük Kara Balık’ın ötelere duyduğu özleme uzanan hattın felsefeyle buluştuğu kavşakta, nesnel gerçekliğin kuyusundan kaçan öznenin kendisini gerçekleştirme özlemi okunabilir. Zebercet’in olmayan bıyığıdır Tahir ve onun “ilginç” çevresi.
Herkesin birbirini farklı biçimlerde dövdüğü bir toplumda konuşmanın, eylemenin kayıplığını, yazıyla aşmak ister. Hikayesi olmayanın, bir meselesi olmayanın anlatacağı bir şey yoktur ama konuşan hep onlardır: “Kurgusal olan, gerçeği yalan yapar” der Tahir ama gerçeğin içinde vicdanı ile sırdaş ve mahkum olanın da gerçeği olumsuzlamak gibi bir yükü vardır. Yazmak bu nedenle susmanın ve uzak durmanın kefaretidir.
Romanın, ilerledikçe, geride bıraktığı tespitleri olumsuzlayan bir yapısı var. İzlenim, bilgi, görüş ya da önkabul diyelim, bir sonraki bölümde tersine ya da zıddına dönüyor. Anlatıcı konumunu müphemleştiren bu türden bir müdahale, “Bir şey öğrenilmezse gerçek sayılmaz”ı yaşamla, pratikle sınayan ve mutlağın, tespitin, etiketin ve yorumun yorduğu toplumsal yaşamda, kendi yazar-anlatıcı konumunun da sorgulanması gereğini sezdiren türden. Yalçın Hafçı, romanın iskeletini buradan hareketle kurmuş ve roman boyunca kurduğu yapıyı finalde tepe taklak ederek de bizi “anlatılanı anlatana” karşı uyanık olmaya davet ediyor.
Tahir’in kuyu-Yağmur-kabus ve kalp ağrısı ile bütünlenen “serbest düşüş”ü, temel bir boşluğu-bir anlatılmayanı ya da dile gelmeyeni sezdiriyor sürekli bir biçimde. Tahir’in anıları ve hikayenin şimdisine dair anlattıkları aracılığı ile, içinde taşıdığı kuyunun “esası”na aşina olurken, bir yandan da anlatılan hikayenin boşluklarını sezmeye davet ediliyoruz. Gerçeklik-kurgu gerilimini sonuç odaklı okuma ediminden kurtaran da bu ustalıklı müdahaledir ve Tahir’in yazmak-yaşamak geriliminin zemini bu yolla kurguya taşınarak, öz ve biçim bütünlüğüne ulaşılmaktadır. Hikayeyi kim anlatıyorsa gerçekliği tanımlayan odur ve Tahir, baştan itibaren itirazını, ister kurgusal anlatı bağlamında edebiyat olsun, ister devlet-aile-örgüt olsun, anlatıcıyı problematize ederek sürdürür. Ve biz aynı sorgulayıcı bakışı benimserken, onun anneye dair hikayesine inanır ve bu noktada düşeriz tuzağa. Tahir kendini olumsuzlayarak pozitif bir öneri sezdirir: ne anlattığından çok, nasıl anlattığına bak ki gerçekliği bütünlüğü içinde kavrayabil. Eksik kalan ve anlatılmayanda ara gerçeği. Bundandır: “Anlatamazsınız bile ve aslında bizi en çok da anlatmakta zorlandığımız şeyler anlatır” demesi.
Tahir’in en belirgin özelliği, hayatın arka kapılarını, kuytularını, karanlık köşelerini sevmesi. Çünkü bastırılanın terapik tedavisine ve uzlaşmacı her türden çareye karşı kışkırtılmayı seviyor. Ya da boğulmaya, düşmeye, esmeye olan meyli, kendi hükmünü sırtında taşımanın ağırlığı ile onu, kaçış-yüzleşme diyalektiğinde dinmeyen bir çelişkide tutuyor.
Kendi içindeki kuyuda derinleşirken, toplumsalın, siyasalın kazdığı büyük kuyuyu da tanımamızı sağlıyor; hayatın ortasından “soguk bir esinti gibi” geçiyor. Ya serbest düşüş ya da ters esen rüzgar olarak, anonimleşen, suretsizleşen toplumsal yaşamda “tutunmamayı” tercih ediyor. Anlamsız bir dünyayı anlamak, ağır bir vicdan yüküdür. Kimsenin sormadığı soruları sormak, bakmadığını görmek, iplemediğini umursamak ve esirgemek, zor ve ağır bir varoluşu tanımlar. istemediği bir hayatı yaşamak istemeyenin alnı deliktir hep. Vurulduğu yerden görür hayatın kılcal damarlarını çünkü. Kalbi ağrıyandır, geçmişi içindeki kuyuda taşıyandır. Yazmazsa hiç yaşanmamış kalacak “kaçış” öyküsünü, bireysel ve kolektif bir yüzleşme düzlemine taşıyor Tahir. Küçük Kara Balık’ın denizi onun kuyusudur; kuyunun dibini merak eder ve orada kardeşi Yağmur’un suretine karışan kendi suretini görür. Kendini yıkarak inşa ettiği yol da bu surete bakmak, baktıkça düşmeyi göze almakla belirlenen bir yüzleşmedir.
Tahir’in kuyusu-belleği, aynı zamanda birbirimizin kuyusu olduğumuz toplumsal ilişki ağlarına yönlendiriyor bakışımızı. İktidar ve iktidar dilini içselleştiren örgütsel mücadelenin müsebbibi olduğu anonimleştirme baskısını, Sartre’ın “cehennem ötekidir” düsturunu yedeğimize almaksızın kavramamız zor. Hafçı, Sartre’la işaretlediği bakışı genişletiyor ve derinleştiriyor, nihayetinde Tahir’in kendi varlık koşulunun çifte olanağına açılan ilişki düzlemleri kuruyor: Özgürlük/sınırlanma ya da varlık/hiçlik diyalektiği içinden geçilmek suretiyle, Tahir’in, Yağmur-Hüseyin-Barış üçgeninde peşini bırakmayan soruların ve İzzet-Karina-Ebru ilişki düzleminde açığa çıkan imkanın bu açıdan yorumlanması, gerçekliğe kurucu bir müdahale için atılan önemli bir adım olabilir.
Yalçın Hafçı, romanın içinde bir harita inşa ediyor ve yollara bıraktığı işaretlerin çeşitliliği aynı zamanda ortak bir zemin de sunan türden. Düşünürlerden, masal ve masal kahramanlarından (Küçük Kara Balık), filmlerden oluşan bu harita, özneye ilişkin yasaklanmış soruları hatırlatan türden. Okumak diyalektik bir serüvene dönüştüğünde ve biçim de bunu sezdiren bir biçim olmayı başardığında, yaşam pratiğine dair kaygıların, entelektüel kaygılarla buluştuğu keyifli bir kavşakta soluklanmak mümkün. “Yağmurdan Sonra”, son dönemin tiksindirici politik ikliminde zihnimizi donduran “üst akıl” saçmalığına tokat atan bir okuma deneyimi sunuyor. Kasıtlı sorulara yanlış cevaplar verme iradesinin oyunculluğu içinde, sol muhalefeti de eleştiren ve özellikle, yaşadığımız yeni olmayan ama giderek daha da zorbalaşan politik iklimde, kurgulanmış anlamsızlığın tuzağına düşmeyen anlamlı sorular üreten bir roman olmayı başarıyor.
Finalde açığa çıkan gizin aynı zamanda bir bütünlenme olması, kurgusal bir hünerin sürpriz sonundan ziyade, diyalektiğin büyük dersini hatırlatan türden: “Kaybeden kazanır!” diyor diyalektik. Tahir söylesin sözünü o halde: “Dünyayı yeniden kurgulamak, dahası yazarken yaşamı, kendimizi, dolayısıyla başkalarını da gerçek manada anlamak az buz bir şey değildir. Gerçek anlamda kazanmak da budur. Galiptir bu yolda mağlup bile...”
“İnsan bir hiç uğruna yanmışsa, sönmek daha acıklı olur” da diyor Tahir. Silkelenmek ve yola devam etmek için bundan daha yakıcı bir uyarı olabilir mi? Hem de Zühre, zuhur etmişken Tahir’e... (OY/HK)
* Yağmurdan Sonra, Yalçın Hafçı, NotaBene Yayınları, Mayıs 2017, İstanbul, 200 s.