Fotoğraf: Twitter
İlk kez bundan birkaç yıl evvel Amasya’ya giderken gördüm. Arabayı arkadaşım kullandığı için rahatça sağa sola bakıyordum. Tam yerini hatırlayamıyorum ama birden sağ tarafta koca bir “Kaçış Rampası" levhasını, sonra hemen arkasında sağ karşıdaki tepeye kadar uzanan rampayı gördüm. “Bu nedir?” diye bağırınca şaşkınlık sırası arkadaşıma geçmişti; “Nasıl yani? Hiç kaçış rampası görmedin mi?” dedi. O güne dek görmemiştim.
Bazen, dışardan ‘son derece gereksiz ve manasız’ olarak tanımlanabilecek bir şekilde aniden heyecanlanırım ben. Boşuna demiyorum taşkın bir karakterim var diye. Kaçış rampasıyla ilk karşılaşmamda tam olarak yine öyle oldu. Heyecanlanarak hemen arkadaşıma dönüp kaçış rampası fonksiyonunun gündelik hayatta olası karşılığı üzerine bir şeyler anlatmaya başladım.
Önce biraz bu rampalardan bahsedeyim. Kaçış rampası dediğim şey karayollarında freni tutmayan araçların neden olabileceği kazaların önüne geçmek için yapılan güvenlikli ek yol. Kazaların en kötüleri ağır tonajlı kamyonlarda oluyormuş. Eğer kamyon yüksek eğimli yolda yolun sürtünme kuvvetini aşacak kadar hızlanırsa ve şoför frene çok basarsa kimi zaman fren tutmayabiliyormuş. Kaçış rampaları işte bu türden durumlar için yolun sağ tarafında, yolun eğimine tam zıt yönde yüksek eğimli, mıcır veya çakıl gibi hızı azaltıcı etkiye sahip malzemelerle doldurularak yapılıyor.
Bu rampalar ilk kez Sovyetler Birliği’nde yapılmış, sonra Doğu Avrupa ülkelerinde yaygınlık göstermiş ve nihayetinde tüm dünya karayollarında yapılmaya başlanmış. Türkiye’de ilk kaçış rampası 2010 yılında Pozantı-Tarsus otobanında yapılmış. İnternette freni patlayan ya da başka bir nedenle duramayan kamyonların kaçış rampalarına dalması ve şoförlerinin burunları bile kanamadan kurtulmasına dair onlarca video var. Nette gezinirken Tarsus karayolunda saatte 145 km hızla ilerleyen freni patlamış bir tankerin kaçış rampası sayesinde ölümcül bir kaza yaşamadan durabilmesi vb. pek çok habere de rastladım.
Rampayı karşımda görünce hummalı bir telaş içinde konuşmaya başlamamın nedenlerini anlatacağım şimdi size. Hemen gözlerinizi devirmeyin, birazdan ortaya alevli bir analoji kurup açıklayacağım meramımı, şans verin biraz. Başlangıç noktam şu: ‘Hepimiz kamyonuz. Hepimiz ağır yük taşıyoruz.’
Bizi çevreleyen tüm olgular ve olaylar içinde bata çıka yol alırken içinde bulunduğumuz çağın öne çıkarılan değerlerine göre bir hayat süreriz. Peki sürdüğümüz bu hayatın anlamı nedir? Açıkçası henüz bu sorunun yanıtı üzerinde tam bir uzlaşı sağlayabilmiş değiliz. Yanıtlar muhtelif. Örneğin, Terry Eagleton “Hayatın Anlamı” kitabında bu sorunun bir yanıtı olmadığını ya da bir yanıtı olduğunu ama bu yanıtın ne olduğunu hiç bilemeyecek olmamızın mümkün olduğunu söyler. Tam da ona yakışan mizahi bir yaklaşımla hayatın, onun temel anlamı konusunda bilgisizliğimizle sürdürülebilen bir şey olduğuna dikkat çeker. Yine de hepten cevapsız bırakmak istemez bizi, “Eğer hayatın anlamı insanların ortak amacında mevcutsa, bu amaç kuşkusuzca herkesin çaba harcadığı ‘mutluluk’tur” der.
İnsanın tüm eylemlerinin nihai olarak mutluluğu hedeflediği görüşü pek çok düşünür tarafından dile getiriliyor. Baştan söyleyeyim, ben de hayatın anlamının mutluluk olduğunu söyleyenlerin yanında saf tutuyorum. Mutluluk, hem hayatın tümüne bir anlam yükleme hem de yararsızlık duygusuyla baş edebilme için oldukça kullanışlı bir çerçeve sunuyor çünkü, tarafgirliğim bundan.
Aristoteles ‘mutluluğa erdemle varılır’ diyor örneğin; Demet Akalın ise ‘hayalim üç kelime o da şöyle, evli, mutlu, çocuklu’ diyor. Sophokles’in Kral Oidipus eserinde Koro; ‘Hiç kimse ölünceye, sonunda acıdan kurtuluncaya kadar mutlu sayılmaz’ diye haykırırken İbrahim Tatlıses’in arkasındaki Koro ‘Benim için önce Tanrı sonra sensin, bir tek dileğim var, mutlu ol yeter’ diye haykırıyor. Sokrates ‘ahlaki eylemin amacı mutluluktur’ diyor, Pharrell Williams parmaklarını şıklata şıklata ‘Mutluluğun senin için ne olduğunu biliyorsan alkışla’ demekle yetiniyor. Örnekleri çoğaltmak mümkün ama özetle söylemek gerekirse, mutluluğa giden yollar düşünürden düşünüre farklılık gösterdiği gibi çağdan çağa da farklılık gösteriyor.
İçinde yaşadığımız döneme bakınca mutluluk kavramının özellikle ‘ekonomi’ ile ilişkili olduğu konusunda güçlü hisler taşıyorum. Okuduğum bir habere göre ekonomik olarak daha çok eşitlik barındıran ülkelerin (Norveç, Danimarka, İzlanda ve İsviçre) dünya mutluluk endeksine göre en mutlu ülkeler olmasını da argümanımı desteklemek için şuracığa bırakıyorum.
Kabul ediyorum, bu çağda mutlu olmak biraz zor. Toplumsal, ekonomik, siyasi ya da kültürel, her türden eşitsizliğin kol gezdiği garip bir çağda yaşıyoruz. Kalabalıklar arasında yalnızlığın ve görünmezliğin tüm yükünü omuzlarımızda taşıyor, ölçülebilir ve kıyaslanabilir ilişkilerin her birinde bir parça daha eksiliyoruz. Sayılara, skorlara ve hizalara buladığımız ilişkilerden uzaklaşmak için bastığımız her ‘delete’ tuşunda kendimizden biraz daha vazgeçiyoruz.
Yaşadığımız hayatı tanımlamamı isteselerdi, anlatmaya herhalde “şiddet” sözcüğü ile başlardım. Hayatta kalma ihtimali tamamen dövüşme becerisine bağlı antik çağ gladyatörleri gibiyiz. Bizim yaşadığımız şiddeti antik dönemden ayıran özellik sadece şiddetin artık ‘sahnelenmeyişi’ belki de. Herkesin seyrettiği heyecanlı bir gösteride vücut bulmasa da şiddet usul usul gündelik hayatımıza nüfuz edip sinsi bir ağrı gibi hiç bırakmıyor peşimizi.
Bildiğimiz her şey hızla değişiyor. Hem efendi hem köle olduğumuz bu yeni düzende kendimizi özgür bırakmak için yaptığımız her hamlede daha çok batıyoruz sanki. Bir şehirde çıkan yangın başka bir şehri dumanıyla anında boğuyor artık. Mekândan, coğrafyadan bağımsız tüm dertler birbirine benziyor. Proleteryanın yanına koca bir yığın orta sınıfı da alarak, hızla prekaryaya[1] dönüştüğünü, bu yeni sınıfı belirgin bir kategori haline getiren unsurların aşırı parçalanma ve öğütülmüşlük olduğunu söylüyor Bauman (2011, 14 Haziran);
“Ve her biri tek başına acı çeker. Her birey, bireysel olarak işlediği yetersiz kurnazlık günahı nedeniyle bireysel olarak müstahak olduğu acıyı çeker. Tüm bu günahlar çarpıcı bir şekilde birbirine benzerdir; giderek artan ev faturaları, çocukların üniversite masrafları, iş bulma zorluğu nedeniyle kabul edilmek zorunda kalınan sefil ücretler, sağlam ve güvenilir işler bulmanın erişilmezliği, hayata dair uzun vadeli planlar yapmanın giderek zorlaşması, huzursuzluklar, hayal kırıklıkları ve daha niceleri tek bir potada eriyip, yetersizlik ve bitmek tükenmek bilmeyen bir aşağılanmanın mükemmel karışımından oluşan ‘varoluşsal belirsizlik’ halini alır.”
Bauman’ın söyledikleri size de çok tanıdık geliyor değil mi. Hepimiz bıkkınız, hepimiz yılgınız artık. Dedim ya mutlu olmak daha zor yeni zamanlarda. Yine de enseyi karartmamak lazım. Doktora tezim için derinlemesine görüşmeler yaparken yönelttiğim sorulardan biri “Mutluluk nedir sizce? Sizi en çok ne yapmak mutlu eder?” idi. Katılımcıların önemli bir kısmı mutluluğu “sevdiği insanlarla birlikte olmak” üzerinden tariflemişti.
“Başınıza kötü/talihsiz bir olay gelmesi durumunda ilk kimden yardım istersiniz?” sorusunu yönelttiğimde ise katılımcılar yine önemli bir oranda “ilk olarak arkadaşlarımdan yardım isterim” yanıtını vermişti.
Kendimizi arkadaşlar ile birlikteyken güvende hissetmemiz; duygusal ya da başka bir açıdan desteklenmemiz gerektiğinde yüzümüzü ilk arkadaşlarımıza dönmemiz; mutluluğu ya da sevdiklerimizi tariflerken aslan payını arkadaşlarımıza ayırmamız; bunların hepsinin kültürel bir altyapısı var. Gün geçtikçe zayıflasa da bizler hâlâ ‘ortaklaşa davranışçı’ bir kültürün üyeleriyiz.
Ortaklaşa davranışçı ile bireyci kültürlerin ‘arkadaşlık’ tahayyülleri birbirinden farklıdır. ‘Bireyci’ kültürlerde türü ne olursa olsun arkadaşlık ilişkileri genellikle tarafların bireysel ihtiyaçlarının ‘karşılandığı’ sürece işlevseldir. İş, okul, yaşanılan yer veya çeşitli faaliyetler üzerinden kurulan arkadaşlık ilişkilerinin uzun soluklu olmaması bireyci kültürlerde sık rastlanılan bir durumdur. Oysa bizim gibi ‘ortaklaşa davranışçı’ kültürlerde güçlü sadakat içeren arkadaşlıklar sağladıkları ‘güven’ duygusu nedeniyle ömür boyu sürme eğilimindedir. Daimi ve kopmaz bağlarla bağlanmaya kültürel olarak daha yatkınız kısacası.
Frenleri tutmazken, saatte yüz bilmem kaç kilometre hızla giderken bir yere çarpıp paramparça olmamak, ipinden boşanmış bir şekilde sağa sola koştururken un ufak olmamak, insanca bir hayat sürebilmek, kendimizi güçlü ve özgür hissedebilmek için arkadaşlarımıza ‘ihtiyacımız’ var. Bu içi boş bir arkadaş güzellemesi değil inanın. Bilakis başka bir yolu olduğunu görebilseydim onu derdim ama benim bildiğim en iyi yol bu. Arkadaşlarımız bizi dağılmaktan, kaza yapmaktan, zarar görmekten koruyan kaçış rampalarımız bir nevi.
Ortaklık duygusunun çok hızlı ve çok güçlü bir şekilde aşındığı yeni zamanlarda ‘köprüden önceki son çıkışımız’ onlar. Özgürlük en çok diğerleri ile kurulan ilişkiler üzerinden tanımlanırken hak ettiği anlamı taşır. Diğer insanlarla mutlu iken, bir amacı var iken kendini insan hisseder insan. Ve özgür olmak inanın bana en çok arkadaşlar arasındayken mümkündür.
Sosyal güven üzerine çalışırken, derinlemesine görüşmelerde neredeyse tüm katılımcıların sosyal güven düzeylerinin düşüklüğü çeşitli tanıklıklarla ifade edilse de görüşmelerde sorulan “İnsanlar senin hakkında en çok neyi bilsin istersin?” sorusunun yanıtları büyük bir ağırlıkla -katılımcıların ekonomik ya da kültürel sermaye yapısı arasında bir farklılık olmaksızın- “güvenilme ihtiyacı” ile ilişkiliydi.
Güvenmiyoruz ama bize güvenilsin istiyoruz. Oysa mesai ister güven. Emek ister. Bugün hafta sonu, uzun zamandır görüşmediğin bir arkadaşını arayıp buluşmaya ikna etmek için harika bir gün mesela. Göreceksin ikinize de iyi gelecek. İyi bir arkadaşın iyi gelmeyeceği dert, tasa azdır derim hep.
Sizi bilmem ama bana artık gına geldi yaşadığımız çağın ve toprakların fenalıklarını okumaktan, dinlemekten. Kötü sözü çoğaltmanın hiçbirimize faydası yok. Haydi, kalkalım ve değiştirmeyi deneyelim derim. Bize en çok bu yakışır çünkü! (AA/AS)
[1] Prekarya, İngiliz iktisatçı Guy Standing tarafından ortaya konan bir kavram olup, proleterya gibi tanımlanmış yeni bir çalışan sınıfıdır, kelime kökeni İngilizce precarious’dan (güvencesiz, belirsiz, istikrarsız, tehlikede) geliyor.