HDP’nin Meclis’e girmesi, sadece Cumhurbaşkanı olan şahsın diktatörce kullanacağı çok açık olan başkanlık heveslerinin önünü kesmesi değil, bir bölge halkının kendi kendini yönetme taleplerini meşru düzlemde gündeme getirme fırsatları sunması açısından çok olumlu oldu.
Stratejik oy verme davranışları her zaman gerçek tercihleri azınlık hareketleri aleyhine olarak perdelerken bu seçimlerde tam ters yönde sonuç verdi. HDP’nin başarısında yeni bir Türkiye solu yaratmak amaçlı barışçı ve kapsayıcı programı da etkili olmuştur mutlaka. Etnik, dinsel, cinsel yönelimli geniş bir yelpazede eşit yurttaşlık haklarını arayan kesimlere ulaşmaya çalışan program, ekonomik programdan daha etkili görünüyordu. Artık bir kilit parti hatta koalisyon ortağı adayı olarak çok daha ciddi mali, iktisadi, sosyal programlar hazırlayabilir ve mülksüzleştirilerek / borçlandırılarak, küresel bağlantılı azınlık sermaye sınıfına bağımlı hale gelmiş ve direnmeye çalışan kesimleri (hatta bunların bir kısmı AKP seçmeni de olsa) gelecek seçimlerde daha fazla kendisine bağlayabilir.
AKP iktidarlarının çeşitli iktisadi ve sosyal politikaları kullanarak kendisine bağlı toplumsal kesimleri dini referanslara göre nemalandırarak oy kazandığı daha önceki seçim dönemlerinde çokça dile getirildi. Ancak bu seçim döneminde AKP’nin de vaatlerden çok korkutmalara dayandığını gördük. Örneğin önceki dönemlerde başarısız olmuş koalisyon örneklerinin sürekli medya kanallarında hatırlatılması gibi.
Halbuki parlamenter yapı geçerli olduğu sürece, koalisyonlar zor ama sistemi “demokratik “ olmaya zorlayan bir hükümet biçimidir. HDP’nin Meclis’e girmesi, Meclis’in insan hakları temelinde bütün farklılıkların bir arada yaşayacağı bir toplumun temsil mercii olarak deneyimlenmesi açısından eşsiz bir fırsat olarak değerlendirilebilir, yeter ki, geniş kesimler “tekçilik” saplantılarından kurtulsunlar ve farklılıkların tehdit değil gerçeklik olduğunu, asıl tehdidin bu gerçeği yok saymak olduğunu kabullensinler.
Yıllarca ezilmiş, köyleri yakılmış, dilleri yasaklanmış, emeği sömürülmüş bir halkın seslerini duyuracağı bir kanal olması kimi neden rahatsız ediyor? Geçmişte yaşanan ve hâlâ da canlı bir damarı ortada duran terörü sönümlendirmek ancak bu halk nezdinde bunu meşru gösteren nedenleri ortadan kaldırarak mümkündür. Benzer birçok ülke deneyimleri bu sürecin biraz zaman alsa da barışta ısrar edildiği sürece mutlaka başarıldığını göstermiştir. Burada mesele, “cumhurbaşkanı bile olabildiler, daha ne istiyorlar “ şeklinde toplumu Türk adı altında homojenleştirici hareketlerin başarısının, artık çağımızda toplum-devlet ilişkilerinin geldiği aşamada geçerli olmadığını kabullenmektir. Örneğin İspanya’da 17 özerk bölge ve hemen her birinin yerel parlamentoları mevcut.
Üniter devlet olarak yıllarca örnek gösterilen Fransa 2003 yılında anayasasında yaptığı değişiklik ile bölgelere geniş ölçüde özerklik tanımış durumda. Bunun için mutlaka federal bir yapı gerekmiyor. Bütün bölgelerin aynı derecede özerkleşmesi de gerekmiyor. Büyük Britanya ve İspanya örneğinde olduğu gibi “asimetrik özerklik / yetki devri” denilen bir model de söz konusu. Buna göre, bazı bölgelere diğerlerine olduğundan daha fazla yetki devretmek mutlaka ulusal bütünlüğü bozmaz.
Devlet kutsal bir varlık değil, siyasi bir oluşumdur ve tarihin şartlarına göre biçim ve içerik değiştirebilir ve değiştirmektedir. Bazı zihinler, şu an tarihin akışı içinde yaşadığımız kısa bir dönemi sanki öncesi ve sonrası yokmuş ve sonsuza kadar böyle kalacakmış gibi algılıyor. Oysa onlarca parametresi olan yeni dengeler ve dengesizlikler bir süreklilik ve kopuş içinde tarih denilen toplumsal zamanı yaratmaktadır. Önemli olan her şeyin sahnenin önünde cereyan etmesi, sahnenin gerisindeki birtakım “derin güçlerin” olayların akışını manipüle etmemesidir. (HK/HK)