Yıllar önce İstanbul’da bir arkadaşın tavsiyesi üzerine bir pilavcıya gittim. Pilavcı İstiklal Caddesi’nin arka sokaklarında küçük bir mekanda, birkaç masası olan ancak konsepti farklı olan, dededen bu işi yapan Trabzonlu bir esnaftı. Oturduk siparişlerimizi verdik, yemeğimizi yedik. Anlatıldığı kadar vardı. Yemekler çok güzeldi. Gelen bazı müşteriler memnuniyetlerini belirtmek için masanın üstündeki örtü ile cam arasına yazdıkları küçük küçük notları sıkıştırmışlardı. Birçok dilde memnuniyet, tavsiye ve teşekkürler yazılmıştı.
Biz de çok memnun kalmıştık ve memnuniyetimizi ertesi gün bir kez daha aynı mekana gidip yemek yiyerek göstermek istedik. Masaya oturur oturmaz çirkin bir yazı gözüme ilişti. Kızanlar olabilir ama yazının içeriğini okumadan ilk aklıma gelen bu yazı bir Kürt’ün yazısı olmalı dedim. (Güzel yazan Kürtler de vardır elbet ama kendimden biliyorum, öğretmen bize bir harf yazdırana kadar kırk defa tokat atardı. Biz de korka korka yazar ve haliyle yazımız çirkin olurdu.) Dönüp yazıyı okudum ve tahmin ettiğim gibi çıktı. Yazıda aynen şöyle yazıyordu, “Pilav yiyelim kardeş kardeş, neden birbirimizi öldürüyoruz. Pilav yiyelim, barışalım” Bunu ancak bir Kürt yazabilirdi. Çocukları öldürülürken bile barış isteyen bir halk elbette pilav yerken de barışı düşünecekti! Başka izahı olamazdı, ya da ben böyle “kabul” ediyorum.
“Kabul” olayı böyle bir şey olsa gerek. Bir defa erkeğiz ya da kadınız, 15 ya da 70 yaşındayız, işsiz ya da çalışanız, anne ya da babayız, belki de değiliz, vs. vs. Bunları biliyoruz ve görüyoruz. Bir de bunların dışında algılarımızla alakalı olan aidiyetlerimiz var. Misafirperver olmak, kahraman olmak, cesur olmak, hümanist olmak ya da bütün bunlar için olmamak. Çoğu zaman olumlu yanları “kabul” ederiz. Evet deriz “biz… halkı olarak şöyle misafirperver, şöyle vatanımızı, milletimizi severiz.” Bunlar bize öğretilen şeyler. Kimse doğuştan misafirperver olarak doğmaz oysa ki.
“Kabul” toplumdan topluma değişen bir olgudur. Ezen bir toplumun ferdiyseniz size anlatılan kahramanlık hikayeleri ile büyümüşsünüzdür ve “…ettik, ederiz, edeceğiz” fiillerini sıklıkla kullanırsınız. Tarihi atalarınız yazmış, medeniyetleri yine onlar inşa etmişlerdir. Girdikleri her savaşı kaybetmiş olsalar bile büyük kahramanlıklar göstermişlerdir. Onlarca savaşta on binlerce düşmanı öldürmüş bir ecdadın torunusunuzdur.
Ezilen toplumların sosyolojisi ve psikolojisi çok farklı olur. Öncelikle “etmeli, olmalı, yapmalı” gibi edilgen, rica edici, alttan alıcı bir dil kullanma ihtimaliniz yüksektir. Ezilen toplumların insanının omuzları genelde düşüktür. Onlardan ezen toplumun bir ferdi olarak bir şeyler rica ettiğinizde emir telaki eder ve yerine getirmezlerse kendilerini kötü hissederler. (Elbette bir sosyolog ve psikolog değilim ama kırk küsur yaşıma kadar yaşadığım ve gördüklerim bunlara yakın şeyleri bana gösterdi.)
Biraz daha somutlaştıracak olursak, ezen toplumun ezilen toplum algısı genellikle; onlar pistir, pis kokarlar, cahildirler çünkü bizim dilimizle konuşamazlar, eğitilmelidirler, şiddet yanlısıdırlar, karadırlar, hırsızlık oranı yüksektir… Zira ezilenlere dair bir sürü küçük düşürücü atasözü ve deyim günlük konuşmalar içinde kullanılmaktadır. Bu algı yüzündendir ki öteki olarak nitelendirebileceğimiz ezilen insanlar ağır işlerde düşük ücretlerde ve sigortasız çalıştırılır dahası saldırıya uğrar ve canlarından olurlar. Basına da “tehlikeli gerilim” olarak yansır. Bazen popüler kültürün temsilcilerinden biri konserine ya da şovuna gelen seyircilere “siz, (ötekilerin coğrafyasını kastederek) dağdan mı geldiniz de öyle bakıyorsunuz?” der ve tepkilerden sonra dağ olarak nitelendirdiği ötekilerin memleketine bir okul yaptıracağım diyerek “siz cahilsiniz, eğitim görürseniz beni o zaman anlarsınız” gayesini taşıyan, özrü kabahatinden büyük bir laf daha eder ve konu kapanır.
Ezenin kendine dair algısından bahsediyorum; misafirperver, düşmanlarını denize dökecek, kafataslarında şarap içecek kadar cesur ve kahraman, göğüs önde omuz arkada, yaşadığı topraklara yüzlerce yıl önce geldiği halde binlerce yıldır bu topraklarda yaşayanların atası olduğunu yani atalarının atası olduğunu iddia edecek kadar olağanüstü vasıfları olan bir kesim…
Ezenin kendi toplumuna dair olan algısı ile ezilen topluma dair algısı arasındaki makas alabildiğince açık, hiçbir zaman eşitlenemez gibi gözüküyor değil mi?
Bu madalyonun bir yüzü… Bir de ezilenin ezen topluma ve kendi toplumuna dair algısı var ki evlere şenlik. Kendilerine empoze edileni olduğu gibi kabul. Birçoğuna göre evet ezenler üstündür çünkü onlar devletin/iktidarın dilini konuşurlar, güzel giyinirler, güzel evlerde yaşarlar ve başarılıdırlar. Çünkü eğitim veren öğretmen, askerde emir veren asker, sorgulayan polis, yargılayan hakim, cezaevinde koğuşuna götüren gardiyan, bilim insanı, doktor, mühendis kısacası olmak istedikleri herkes o dili konuşur ve güzel konuşurlar. Televizyon, radyo, gazete, dergi gibi bütün iletişim araçlarında ağırlıklı olarak yine aynı dil kullanılır. Devletin dilini bilirsen başarılı olabilirsin, bilemezsen annen baban gibi olursun!
Yine ezilenlere göre göre kendi toplumları eksiktirler, köylüdürler (sanki köylü olmak kötü bir şeymiş gibi) geridirler, güzel giyinmezler, çağdaş değildirler, başarısızdırlar, ölmeyi çok güzel bilirler ve ölüm onlara çok yakışır, bu gayet de normal bir şeydir. Tamamında değilse bile çoğunun bilinçaltında oluşan algı bu maalesef.
Sosyal ilişkilerde iki kesim arasında hiyerarşik bir ilişki söz konusu. Ezen kesim aşağılamayı sürdürür, ezilen kesim de bunu kabul eder ve bu kabul üzerinden kaderine boyun eğer.
Sözü Diyarbakır sokaklarında sosyal deney yapıp kendince “iyilik” yapmak isteyen batıdan buralara gelmiş, muhtemelen abone sayısını artırıp onun üzerinden kazancını katlamanın çabası içerisinde yapan youtuber’a getirmek için bu uzun girizgahı yaptım. Popüler kültür üzerinden nemalanıp 5-15 yaş grubundaki çocukları izleyici/abone olarak hedefleyen binlerce youtuber’dan biri olan bu vatandaş Diyarbakır’a gelmiş, sokakta bir şeyler satıp aile ekonomisine katkı sağlayan bir çocuk işçilere gidip aç olduğunu söylüyor ve yardım talebinde bulunuyor. Çocuklar da ona “yardım elini" uzatıyor. Sonrasında çocuklara yaptıkları “misafirperverlik” için eğitimlerine katkısı olsun diye bir tablet hediye ediyor.
Bu videoyu izler izlemez gelecek olan tepkileri tahmin ettim. Önemli bir kesim videoyu çekene yani konunun öznesine, videoya çekilen Diyarbakırlı çocuk yani konunun nesnesine “Bravo, bravo” diyecekti ve öyle de oldu.
Belirtmek gerekir yaşanan bu durum birçok tutarsızlık barındırmaktadır. Öncelikle böyle bir sosyal deney yapmak için akademik bir eğitim almış olmak ve bunu bilime, topluma, insanlığa katkısı olabilecek bir amaçla yapmak lazım. Bir bilim insanı olunmasa bile bir bilim insanının gözetiminde ve gerekli yasal izinleri alarak (özellikle söz konusu olan çocuksa ailesinin bilgisi ve izni dahilinde) böyle bir çalışmayı yapmak lazım. Böyle bir şey görünmüyor. Bu yapılan teşhirdir, şiddettir, istismardır, suçtur. Sorarlar, hangi hakla bir çocuğu laboratuvar faresi yerine koyup “sosyal deney” yapma hakkını kendinde buluyorsun? Bu çocuk üzerinden yapılan reklamı ve kazancı saymıyorum bile.
Sorulacak çok şey var ve bunlardan birkaç tanesini yazmak istiyorum. Aklıma gelen sorulardan bir tanesi ya çocuğun cevabı olumsuz olsaydı ve “misafirperver” biri olmasaydı ne olacaktı? Biraz daha ileri gidelim bir insan ya da bir toplum misafirperver olmak zorunda mı?
Çocuklara verilen tabletin alt metnine gelince, verilen mesaj resmi ideolojinin Kürt sorununa dair bir ezberinden başka bir şey değil; “Siz gerisiniz, eğitimsizsiniz, okursanız kurtulursunuz, kavun satmak sizin kaderiniz değil” demek istiyor.
Youtuber’lik yapan bu delikanlı Türkçe yerine Arapça ya da Kürtçe konuşsaydı, demem o ki bir Kürt ya da Suriyeli olarak aç olduğunu söyleseydi aynı cevapla karşılaşır mıydı?
Bu delikanlı iyi giyimli değil de yamalı, kirli pasaklı elbiselerle yardım isteseydi sonuç ne olurdu?
Gelelim ezen/ezilen kesimlerin tepkilerine. Youtuber ile aynı dünyadan olanların önemli bir kesimi iki tarafı da alkışladı. İki tarafın da örnek davranış gösterdiğini yazdı, belirtti, söyledi vs. Çocuk ile aynı coğrafyadan olan insanların bir kısmı da “Biz Diyarbakırlıyız, misafirperverdik, hep öyle olacağız” gibi gurur içeren tepkiler gösterdi.
Daha birkaç yıl önce hendek garabetinden dolayı evleri yıkılan Sur halkına kaç kişi evini açtı? Cizre’de yaşanan trajediden sonra 300-500 lira olan kiraların 1000-1500 liraya nasıl yükseldiğini herkes hatırlar. Kabullerimiz üzerinden yeri gelince misafirperver yeri gelince de duyarsız olabiliyoruz demek ki…
Burada hissettiğim şey şu, “batı”dan gelen yani ezen toplumu temsil eden, onların dilini kullanan birine yardım edilmiş ve bunun için gurur duyuyorlardı. İşte bu başta sözünü ettiğim ezen ve ezilenlerin kendilerine ve ötekilere karşı olan kabullerinden... Ben şahsen kabullenemiyorum. (ZM/AS)