Kapağında yan yana duran matruşkalar, bunlar anneler, kızlar olabilir, Sabiha, Sezin, Füsun, iç içe geçebilme ihtimalini barındırıyorlar, belki öyleydi de biraz önce ayrıldılar, içleri cızır cızır yanıyor şimdi, sonra anımsayıp aileden gelen yakınlıklarını, abla - kardeşler, kuzenler, Semiş, Saliha, teyzeler, ne kadar acımasız bazı şeyler, Nihal, Nevra, Füsun, anneler, hep yalnız, hep yalnız, çocuklar da, babalar ortada pek yok, bazen hiç yok, Sezin, Efsun, kadınlarla çocuklar, Füsun, o zaman belki ailemiz, belki ailemizdir diye düşünüp, tekrar yanaşıp, belki biraz sonra birbirlerine kapanacaklar, sonra gene, ama o ne, matruşkaların biri, en güçsüzü mü o, yoo değil, ama yere kapaklanmış bile.
Kabuk, bir aile tarihi kesiti, iki bölüm ve 39 parçanın ilişkisinde kadınların anlattığı, birbirine benzemeyen hikayeler, hem de benzeyen, birbiriyle ilişkili ve iç içeliğinde.
Kadınlar dendiğinde, öznellikleri göz önüne almayan bir genel geçer kadın tanımı hep bir tehlike.
Kabuk’takiler bu tehlikeyi aşıp akılda kalıcı farklılıklara, kimliklere kavuşmuşlar. Farklı kadınlar, her birimizin farklılığı gibi, yaşamları, yaklaşımları farklı, ancak bir yere kadar. Ondan sonra, ne kadar çok benzeriz birbirimize.
Romanda ilişkiler çıplacık ortada, kadınlar öyle açık ve samimiler. En yakındakinin aklından geçen acımasız düşünceler. Sonra sıcaklık, dayanışma. Diğerlerinin acımasızlığına bakarken, kendi içlerindeki keskin duygularla karşılaşma.
Sonra çaresizlikler, nasıl güvenilir, neye, akılda en kalıcı olana dönüşmesi için iyiliğin, anılar hep böyle berbat, o zaman, bize üzerimizi örtecek, bizi koruyacak bir şey lazım belki.
Sözü düşen, sırası gelenler çaresizlik, çare, birliktelik, yalnızlık, en çok da kayıplar, vaz geçmek zorunda kaldıkları beklentileriyle, bazen geçmişte yaşananlarla, bazen de o anda yaşayarak hikayenin örgüsünü örüyor.
Anlatmaya, yaşamaya o denli istekliler, aç, yoğun ve doğrudan (ben bakış açılı), kulağımızın dibindeler, öyle yakın, anlatıdan anlatıya geçerken dil olup hızla akıyorlar.
Kadın dünyaları alabildiğine zenginlikleriyle sunuluyor, iyi, kötü her şeyiyle. Roman bittiğinde, kadın okurlar için elbette, kadın oluşumuza rağmen bu zenginliğe hayret edebiliriz, vay be diyebiliriz, dünyayı yüklenmişiz, işte karşımızda.
Yemek yapıyorlar, dikiş dikiyorlar, çocuklar büyütüyorlar, gene yemekler, güzel görünmek istiyorlar, aşk, karnıyarık, doğum, annelik, börekler, kayıplar ve telafi çabaları, domatesli pilav, ayna, yaralar ve iyileşme umutları, tencerelerde tatlılar, başarısızlıklar, kalori hesapları, güvensizlikler, dayanışma ve çekememezlikler…
Kendi olmak her ne ise deyip kendilerini arıyorlar, tam olmak ne, güvende büyümek, “asla dışına çıkmayacağın bir kabuk”, korkmamak, ince olmak, aşık olmak ne, an ne, geçip giden, “tıpkı o toz tanesine benzeyen küçük bir an, insanın içinde bir şeyin tamamen yitmesine” neden olabilen an ne.
Kabuk, yaşamdan bir kesit alarak orada kalıp onu işleyen, orada yoğunlaşan yapıtlardan değil. Dinamik bir yapısı var, karşıtlıklar arasında, karakterler, hikayeler arasında, yaşamın zıtlıklarını vurgulayarak, yaşantının ritmiyle ve oradan oraya konan hareketli bir kadın zihni işleyişine uygun deviniyor.
Hem bölünmüş, çok parçalı yapısıyla da hayatlarımıza benziyor.
Şimdiki zamanda ilerleyen olayların örgüsüyle geçmiş anlatıların sırası iyi düzenlendiğinden, zamanda ileri geri hareketlere rağmen parçalar birbirine ulanıyor, bütünleniyor.
Dili, çoğunlukla benzetme ve çağrışımdan çok, imge dünyasını uyandırmaktan çok, kendisi görünen, kendini duyuran, dinleten bir dil. Çeşitlemelerle ilerliyor, çoğunlukla kısa cümleler, yüklemlere yüz vermeyen yarım cümleler, devrik cümleler, virgüllü uzun mu uzun sürükleyici betimlemeler.
Dil, kendi kendini konuşuyor gibi, ayrı bir beden, bedenin üzerinde hareketli bir deri gibi romanı sürüklediğini düşündürüyor.
Dilin güzelliğinin kendini gizleyip kolay ele geçmediği, bizi içine gömüp yolculuğa öyle çıkartan, tatlı bir uyuşuklukla sürüklenip gittiklerimizden değil, ayrımsanan, yüzeye çıkan bir dil ve kendini rahatlıkla gösteriyor. Kelimeler, yapıtı taşıdığını açıkça, yüksek sesle belli ediyor.
Kabuk’da bir kurucu öğe olarak dil, canlı bir organizma olarak böyle vücut bulmuş.
Bu teatral dilde, bu canlılıkta, Zeynep Kaçar’ın tiyatro yazarı, yönetmeni ve oyuncu olmasının rolü belirleyici sanırım.
Dilin bu denli organik duyulmasının bir nedeni de, belki kadınlardır diye düşünüyorum, kadın dünyalarını bire bir yansıtabilmesinde.
Dünyayı nesnelerle, sınırsız ayrıntıyla düşünüp organize edebilme yeteneğinin ellerinde olmasının verdiği güçle, yaşama ve yaşatma saikiyle, kalp atışları, nefesleri nasıl kolayca duyulabilirse bu dünyaların, romanda da öyle.
Yaşantının kurgusunu, yaşamın yapı taşlarını içlerinde barındırır, ellerinde tutarken, karşılarında değer bilmeyen, hiç de iyi davranmayan bir hayat ve erkek düzeni varken, çok yalnız olduklarını hissettiklerinde… Bir de ailenin yıkıcı olabileceğini, özlenen ailenin uzaklarda bir hayal olduğunu anladıklarında, ölüyorlar bazen, bazen de yaşayabilmek için deliriyorlar.
Romanın bıraktığı etki kasvetsiz. Ölümlere rağmen ışıklı, delirmelere rağmen güçlü. Düş kırıklıklarına rağmen düşler sürebilir. Kırıklıklara rağmen, aileden bile bütünüyle umut kesilmeyebilir.
Füsun’u seviyoruz. Saliha’yı, Efsun’u da. Hem çok farklı, hem benzer kaderleri paylaştığımız romanın diğer kadınlarını da.
Kitabı kapattığımızda geçip gitmeleri hüzün veriyor.
Ama, “Her şeyin geçici olması hepten üzüntü verici bir şey değildir.” diyor Terry Eagleton, “Aşkın da, güzel bir şişe şarabın da sonu gelir, ama savaşların ve zalimlerin de öyle.” [1]
Öyle mi? Peki o halde, umuda yaslanıp zamanın geçiciliğine güvenelim. Biliyoruz, hiç bir koşulda boşa dönmeyecek dünya, yeni düşüncelerle yeni romanlar yazılacak, şiirler, oyunlar, yeni duruşlarla, hep bir yandan kararıp bir yandan ışıldamayı sürdürmedi mi dünya? (ZB/EA)
***
* Kabuk, Zeynep Kaçar, Sel Yayınları, 2016
* [1]: Terry Eagleton, Edebiyat Nasıl Okunur, s.58, İletişim yay., çeviren: Elif Ersavcı