Yıllar önce hazırlanan Beyoğlu “koruma” planlarında Kabataş’ta bir dolgu yer alıyor. Tıpkı bir ineğin memesi gibi denize uzanan ve üzerinde üç adet iskele olan bir dolgu. Ancak gerçekleştirilecek bu dolgunun miktarı yeterli görülmemiş olacak ki, bir plan tadilatı yapılması gündeme gelmiş. Bu dolgu alanının üzerine yapılması planlanan devasa bir martı projesi ise yıllardır ortada dolaşıyor.
Öyle anlaşılıyor ki önce proje hazırlanmış, sonra (plan tadilatı yapılarak) karar alınıyor. Bir de dalış tüneli var. Kara tarafı setlerden oluştuğu için neden yapıldığı bir muamma olan bir tünel. Ya Harbiye’de olduğu gibi betonla kaplı bir boşluk, ya da otopark olarak kullanılacak. Ancak ortalıkta dolaşanlar arasında bir değil, tam üç adet tünel var: Birincisi Tophane’de, ikincisi Kabataş’ta, üçüncüsü Beşiktaş’ta...
Karaköy’ü unutmuşlar. Halbuki Eminönü meydanındaki otoyol kavşağının bir benzeri bu seriyi tamamlamak üzere orada yer alabilir. Düşünebiliyor musunuz? Boğaz kenarında sayısız tünel ve onların en az iki katı dalış rampası. Kim bilir ne kadar çok yakışır! İBB’nin bu tür ulaşım projeleri acemi bir tesisatçının siz evde yokken gerçekleştirdiği çözümlere benziyor: Kırılmış fayanslar, oradan buradan bağlanmış plastik borular, hortumlar...
Bir taraftan prosedürler (Koruma Kurulu onayı, izinler, ihale falan) henüz tamamlanmadığı halde inşaatın başlayacağı söyleniyor. “Yarın gittiğinizde iskeleyi kapalı bulabilirsiniz” deniyor. Olmayacak tarihler telaffuz ediliyor. Yalnızca halk değil, sorduğunuzda kamu yöneticileri de dahil, kimse bu inşaatın ne zaman başlayacağını tam olarak bilmiyor.
Hiçbir şey kesin değil. İskeleler, raylı sistemler, toplu taşıma faaliyetleri ne zaman ve ne kadar süreyle askıya alınacak? İnşaat ne zaman başlayacak? Hangi geçici iskeleler kullanılacak? Hiçbir resmi açıklama yok. Ortalıkta yalnızca söylentiler dolaşıyor. Diğer tarafta resmi işleyişin, prosedürlerin arkasında yol alan bir "gizli irade" olduğu görülüyor.
Kararlar, ihaleler, prosedürler bunların hepsi bu gizli gücün emrinde. Kamu prosedürleri sanki şekilsel ihtiyaçları karşılamak üzere gerçekleştiriliyor. Kabataş kıyısını imara açmak için hazırlanan, tarihi bir çevrede içinde restoranlar, kafeler de bulunacağı söylenen devasa martı projesine hukuki bir altyapı oluşturmak üzere Büyükşehir Belediye meclisine sunulmak üzere komisyondan geçen karara baktığımızda ilginç noktalar ortaya çıkıyor: Henüz “teorik olarak” olmayan bir projenin, tasarımın bu kararda altyapısının hazırlandığı görülüyor.
İşin arkasında bir de hukuk garabeti var. Bölge İdare Mahkemesi’nin iptal ettiği Beyoğlu Koruma Planları yakın bir tarihte “iptali gerektirecek bir durum olmadığı” belirtilerek Danıştay 6. Dairesi kararı ile yeniden yürürlüğe kondu. Semt derneklerinin açtığı dava bilirkişi değiştirilerek yeniden görülecek. Böylece planların yeniden yürürlükte olması ile Kabataş’a 10.000 m2 dolgu yapılmasının bir plan tadilatıyla gerçekleştirilmesinin önü açıldı. Ayrıca daha bir dolu tuhaflık yanında Beyoğlu’nda kalmış olan son yeşil alanın, Cihangir Roma Bahçesi’nin de “sosyal tesis” ve “otopark” olarak imara açılması öngörülüyor.
Normal bir prosedürel işleyişte bir meclis kararlarının, planların böylesine tasarım kararları içermeleri mümkün değildir. Mimarlık ürünleri, sanat eserleri, araştırma çalışmaları tepeden inme siyasal kararlarla tanımlanamazlar. Başka bir mantıkla üretilirler. Demokratik bir rejimde karar süreçlerinin başka türlü işlemesi gerekir.
Kabataş’ta öyle anlaşılıyor ki önce projeler hazırlanmış, sonra planlar yapılarak kararlar alınıyor. Tıpkı yap-işlet modeliyle gerçekleştirilen projelerde olduğu gibi. Son zamanlarda normal bir kamu sisteminde olması gereken kademelerin neredeyse tümünün atlandığını, planlara projelerin işlendiği görülüyor. Bu da elbette ki plancıların yaptıkları araştırmalar, geliştirdikleri fikirler nedeniyle değil. Henüz daha prosedürel işleyişler başlamadan önce yukarıdan verilen talimatlar ile hazırlandıkları için!
Peki o zaman hala neden plan, proje, tasarım gibi kavramlar kullanıyoruz? Şehircilik, mimarlık, sanat gibi faaliyetler deneysel uğraşlar olduğuna göre, bunlara hala aynı adları verebilir, bu koşullarda hala aynı kavramları kullanabilir miyiz? Benim kafama takılan soru bu. Bu sorunun aslında yönetim açısından çok basit, kafa yormayı gerektirmeyecek bir cevabı var: Yönetim böylesine bir mantıksal çerçeveyi ciddiye almıyor.
Plan, proje gibi faaliyetlere imtiyazlı koşullar yaratarak, ayrıcalık elde etmeye çalışan tıpkı bir piyasa aktörü gibi yaklaşıyor: Onun kafasındaki soru şu: Nasıl yapar, nasıl eder de daha fazla alanı imara açabilir, kendime nasıl bir ayrıcalık yaratabilirim? Ancak bu soruya profesyonelliğin işleyiş mantığı, mimarlık açısından cevap vermeye çalışırsak, ortaya ciddi bir sorun çıkıyor.
Örneğin martı projesini bir mimarlık faaliyeti olarak adlandırabilir miyiz? Farz edelim ki yöneticiler ve bu projeyi yapan yatırımcı-mimar bir araya geldiler, düşünüp, taşındılar sonra şöyle bir karar verdiler:
“Evet, bekledik, uğraştık iktidarı ele geçirdik. Şimdi iktidardayız. İktidarda olduğumuza göre kullanmamak olmaz. Nasıl müteahhitler, çıkar grupları, yandaşlar iktidar gücünü ellerine geçirerek istediklerini yapıyorlar. Biz de onlar gibi yapalım.”
Böyle bir şey mümkün müdür? İktidar gücü sanat, mimarlık, düşünce ve fikir üretimi alanında kullanılabilir mi? Zannedersem martı projesinde asıl tartışılması gereken bu. Yönetim bu kadar zaman geçmesine, bu kadar kriz yaşanmasına rağmen, Semazen, Boynuzlu Köprü, Taksim Kışla- AVM’si gibi konularda karşılaştığı problemin hala farkında değil. Zannediyor ki siyasetle sermaye füzyonuna dayanan bu iktidar biçimi tasarım, mimarlık, sanat gibi farklı bir mantıkla çalışan alanlarda da geçerli olacak. Yönetimin bu alanda yaptığı hata, demokratik değerleri nasıl berhava ettiğini gösteriyor.
Değerler, mutabakatlar ve profesyonelliğin akademik alanda kurumsallaşmış sembolik sistemi içinde gelişen mimarlık faaliyeti ile böylesine araçsallaştırıcı bir mantıkla gerçekleşen bir faaliyeti ayırt eden nedir? Ya da karşımızdaki örnek, martı projesi ile bir mimarlık ürünü arasındaki fark nedir?
İktidar alanı ile mesleki alanı birbirine karıştıran yönetim araçsallaştırıcı bir mantıkla, mimarlığın yalnızca bir biçim sorunu olduğunu düşünüyor, büyük ihtimalle. Bu yüzden de imkansızı gerçekleştirmeye çalışıyor, iktidar gücüyle mimarlığı tanımlamaya çalışıyor. Bu durumda mimarlığın kamusal boyutunu ihmal etmiş olmuyor, diplomasını da yırtıp atmış oluyor. Bir bakıma şunu söylüyor: “Evet, ben üniversite eğitimi aldım, ancak bu yalnızca diploma almak, sınıf atlamak için gerçekleştirdiğim bir çabaydı. Şimdi amacıma ulaştığıma göre, hem siyasal sorumluğumu, hem de edinmiş olduğum bu kimliği, mimarlığı bir kenara bırakıyorum. Benim bunlara ihtiyacım kalmadı!”
Görüldüğü gibi sorun yalnızca martı projesinin bir mimarlık ürünü olarak adlandırılıp, adlandırılamayacağı değil. Farklı sembolik düzeylerdeki işlevler kendi mantıkları çerçevesinde işletilmediği için, modern kamu mekanizmalarının, sisteminin çökmesi. Görüldüğü gibi sorun Taksim’deki AVM-Kışla’nın, ya da Kabataş’taki martının yalnızca bir mimarlık ürünü olup olmadığını tespit etmek değil. Kamu kararlarının içeriğini oluşturan fikir ve düşünce üretiminin demokratik bir kamu düzeninin işleyişinde ne kadar hayati bir rolü olduğunun farkında olmak. Çünkü modern demokrasinin işleyişinde bu kurumların işlevini yerine getirmesi, profesyonellerin bağımsızlığı halkın refahını, yaşamsal meselelerini, geleceğini ilgilendiriyor.
Yönetimlerin kamusal niteliğinin ortadan kalkması
Bölge İdare Mahkemesi’nin iptal ettiği Beyoğlu Planları yakın bir tarihte yeniden Danıştay 6. Dairesi tarafından yürürlüğe kondu. Semt derneklerinin açtığı dava bu nedenle yeniden görülecek. Bu planlarda, eski davanın bilirkişi raporunda da yer alan bir dolu çelişki var.
Önce projenin nasıl gerçekleştirildiğine bir bakalım: Geçmişi epey bir eskiye giden bu projenin Haliç’te Boynuzlu Köprü, Sivriada’da döner Semazen gibi fantezi fikirler serisinin bir devamı olduğu söylenebilir. İstanbul gibi bir şehirde fikir üretiminin kapalı olması, projelerin “üç yerden teklif getir, en düşüğü seninki olsun” yöntemiyle gerçekleştirilmesi, bilgi üretiminin kamusal niteliğini ve çoklu bir ortamda geliştirilmesini engelliyor. Otoyol kavşağı, tünel gibi ulaşım projelerinin ya da sahillerin doldurulmasının gerçekleştirilme yöntemi bu. Ulaşım teknik bir iş olarak görülüyor ve kararlar bürokratik mekanizmalar içinde alınıyor.
Bu kararlarda dikkati çeken İBB sermayeli İspark, Beltur, Bimtaş, Kültür AŞ, Ağaç AŞ gibi şirketlerin imtiyazlı kuruluşlar olarak kamusal alanları işgal etmeleri. Böylece bu tür kuruluşlar özel kuruluşların bile yapamadıkları keyfi işleri yapabiliyorlar. Örneğin Tepebaşı gibi bir meydanı, Tarihi Yarımada’nın sahilini otopark olarak işletebiliyorlar, ya da Roma Bahçesi gibi bir yeşil alanı imara açıp, restorana çevirebiliyorlar.
Bu yüzden Kabataş’ta yapılması planlanan büyük dolgu yanında, henüz içeriği belli olmayan yoğun yapılaşmaya da bu gözle bakmak gerekiyor. Büyük ihtimalle bu devasa martı biçimli binanın ve çevresine serpiştirilen yapılar bu amaçla kullanılacaktır. Ancak standartları, yanaşma biçimleri, tarifeleri tamamen farklı olan motor, deniz otobüsü, vapur gibi araçların iskelelerin gene bu dev yapının önünde, aynı karmaşa içinde sıralanarak yer alacaklarını tahmin etmek zor değil.
Önümüzdeki süreçte vapurların yenilenmesi söz konusu olmadığından, tek değişikliğin bu uzun inşaat süresi içinde tamamen kaldırılacağını bile tahmin edilebilir. Zaten gidiş bu yönde. İBB "sosyal tesis", "marina" veya "otopark" adı altında bir çok yeşil alanı, deniz kenarını, İstanbul'un en değerli yerlerini baştan savma projeler ve kendi kurduğu şirketler aracılığıyla tekelci yöntemler kullanarak imara açıyor. Bu kıyılarda geleneksel kullanım biçimlerini, küçük üreticileri, esnek kullanım biçimlerini yok ediyor.
Çözüm nedir?
1.Fikir ürünleri, mimari projeler, planlar ihale ile gerçekleştirilemez. İhale sistemi piyasa ile kamu ilişkilerini düzenler. Bilgi üretimi piyasa mekanizmaları içinde gerçekleşemez. Bilgi üretiminin deneyselliği kapalı uçlu ihale sistemi ile sağlanamaz. Plan ve proje hizmetlerinin açık uçlu süreçler içinde, hakemlik mekanizmaları oluşturularak, yarışkanlık koşulları içinde gerçekleşmesi gerekir. Hukuk yönetimlerinde kamu ile fikir üretimi alanı arasındaki ilişkileri düzenleyen, hizmetlerin nasıl alınacağını belirleyen kurallar, yöntemler mevcuttur.
2. Fikir ürünleri piyasa mekanizmalarının altında konumlandırılamaz. Fikir üretiminin ihaleler gerçekleştikten sonra değil, önce yapılması gerekir. İçeriği belli olmayan uygulamaların rekabet koşullarına açılması mümkün değildir.
3.Fikir ürünlerinin gerçekleştirilmesini düzenleyen mekanizmaların içinde meslek kuruluşlarının olması zorunludur. Hangi konuda bilgi üretileceği, plan ve proje hizmetleri yalnızca bürokratların hazırladığı teknik şartnameler ile belirlenemez. Bu aşamada meslek kuruluşlarının düzenleyici olması gerekir.
4. Kamu şirketleri, kişileri kendi hakim konumlarını kullanarak fikir üretimi alanında imtiyaz sahibi olamaz. Kamu kararlarının içeriğini oluşturan araştırma, plan ve proje hizmetleri bürokratik mekanizmalar içinde üretilemez. Kamu kuruluşları içinde üretilen bilgi bütün aktörlere açık olmak zorundadır. Kamu kuruluşları bilgi üretiminde kendi konumları (hem karar verici-hem müellif olma) yaratıcı aktörlere karşı kullanamaz, ayrıcalık sahibi olamaz. (KG/NV)