Bazen dünyanın iki ucunda yaşanan gelişmeler, o uzak uçları şaşırtıcı şekilde yakınlaştırır; birbirine doğru katlayıp ortak bir yerde buluşturur. Bir vaka, bir öfke patlaması, bir talep veya bir mücadele ekseni etrafında dünya küçülüverir. İki yıldan biraz fazla bir zaman aralığıyla önce Yeni Delhi’de Jyoti Singh Pandey’in, sonra Mersin’de Özgecan Aslan’ın başına gelenlerde ve ardından kopan isyan fırtınasında olduğu gibi. Farklı bireyler ve coğrafyalar arasında hayatın çizdiği simetrilerin böylesine berrak göründüğü anlar nadirdir herhalde.
2012 Aralık’ında Hindistan’da halkı sokağa döken toplu tecavüz vakası ile 2015 Şubat’ında Türkiye’de kadınları ayaklandıran vaka, aynı kâbusun iki farklı versiyonu gibi. Dünya kadar ortaklıkları olduğu halde hayatta yanyana gelme ihtimali olmayan Jyoti ve Özgecan’ı (yaşarken tanışsalardı muhtemelen sıkı dost olurlardı), ne acı bir ironi ki erkek şiddeti ve ölüm buluşturdu.
Her ikisinin son gününü birlikte anlatan bir film yapılsa, paralel kurgu ile peşpeşe şunları izlerdik muhtemelen: Jyoti 23 yaşında, yakında doktor olmayı bekleyen bir tıp öğrencisi, final sınavlarını yeni vermiş. Özgecan 19 yaşında, ‘dünyaca tanınmış bir psikolog’ olmak istiyor, psikoloji bölümünde okuyor... J’yi okutabilmek için babası ailenin sahip olduğu küçük arsayı satıyor, J de okuluna devam ederken yurt parasını ödeyebilmek için çağrı merkezinde (call center) gece vardiyasında sabah 4’e kadar çalışıyor. Babanın emekli maaşı yetişmeyince Ö’nün okul taksitlerini ödeyebilmek için annesi bir kargo şirketinde işe giriyor... (Burada, karakterlerin tahsiline ve okuma aşkına vurgu yapılması, birer iyi aile kızı profili çizilmeye çalışılması, olası filmin kahrolası beyaz liberal/elitist bakışına verilebilir, ama o kadar kusur her filmde bulunur!)
J, 16 Mart 2012 Pazar akşamı bir erkek arkadaşıyla telefonlaşıp buluşuyor ve birlikte sinemaya, “Pi’nin Yaşamı”nı izlemeye gidiyor. Ö, 11 Şubat 2015 gecesi bir arkadaşıyla okuldan çıkıp alışveriş merkezine gidiyor... J ve arkadaşı, sinema çıkışı eve dönmek için araç bekliyor, yanaşıp önlerinde duran otobüse atlıyorlar. Ö, AVM’den çıkıp arkadaşından ayrılıyor ve evine gitmek üzere minibüse biniyor... Sonrası bildiğimiz gibi, uzun bir cehennem yolculuğu.
Özgecan’ın minibüste yaşadıklarını -katilin anlattığı kadarıyla- biliyoruz.
16 Aralık 2012 gecesi Yeni Delhi’deki o otobüste neler olmuştu, hatırlayalım: Jyoti ve arkadaşı Awindra, otobüsteki altı erkeğin saldırısına uğruyor. Kâbus “Bu saatte bir oğlanla birlikte dışarıda işin ne?” taciziyle başlıyor, sonra üzerlerine çullanıp erkeği darp ediyorlar, kadını da otobüsün arkasına sürüklüyorlar. Aralarından biri otobüsü otobanda son hızla sürerken diğerleri aralıksız 45 dakika boyunca kadına tecavüz ediyor. Direnince vajinasına demir çubuk sokuyor, iç organlarını parçalıyor, akla hayale gelmedik işkenceler yapıyorlar. En sonunda kurbanların üzerindeki her şeyi alıyor, ikisini çıplak bir halde yol kenarına atıp ölüme terk ediyorlar. Can çekişen kanlı bedenleri uzun süre yerde bekliyor, ta ki birisi onları farkedip yardım çağırana kadar.
Jyoti ve Özgecan vakaları arasında bir ortak nokta daha var: İlkini vahşice katleden altı kişiden ikisi kardeş. (Cinayette baş rolü üstlenen büyük kardeşin sonradan cezaevinde intihar ettiği açıklandı.) Diğerinin katilleri arasında bir baba-oğul var. İyi günde kötü günde aile erkeklerinin örnek dayanışması!
(Yeri gelmişken, bu tür tecavüz ve cinayetlerin genelde hareket eden araçlar içinde yaşanması basit bir tesadüf olabilir mi? Erkekler o küçük krallıklarında kendilerini daha dokunulmaz, kurbanın bedeni dahil her şeyine el koyma hakkına sahip gibi görüyor olabilirler mi? Bkz. Pippa Bacca’yı öldürdükten sonra onun video kamerasıyla akraba düğünü çeken katil. Erkeklerin araba sevdasıyla tecavüz güdüsünün harekete geçmesi arasındaki bağ üzerine bir bilimsel araştırma yapılsa yeridir.)
Ebeveynlerin bilgeliği
Jyoti Singh Pandey, 13 gün ölümle cebelleştikten sonra 29 Aralık 2012 gecesi Singapur’da bir hastanede son nefesini veriyor. Annesi Asha Devi, kızının ölmeden önce kendisinden özür dilediğini anlatıyor, bu acıyı ona yaşattığı için!
Bu arada, olay duyulduğu andan itibaren tüm Hündistan’da gösteriler patlıyor, onbinlerce kadın-erkek sokaklarda kadına yönelik şiddeti protesto ediyor, öfkelerini haykırıp poliste çatışıyor haftalar boyunca. Jyoti o günlerde medyada “Nirbhaya” (cesur yürek) rumuzuyla anılıyor. Bir ara “Hindistan’ın kızı” lakabı da takılıyor ona. Kısa bir süre sonra babası kızının gerçek ismini açıklıyor: “Onun adı Jyoti Singh Pandey, bütün dünya bilsin. O yanlış bir şey yapmadı, kendini korumaya çalıştı. Kızımla gurur duyuyorum.”
Bir Özgecan’ın anne babasına bakıyorum, bir de Jyoti’nin ebeveynlerine; duruşlarıyla, sözleriyle nasıl da benzer bir vakara sahipler! Dilleri, dinleri, ülkeleri, kültürleri farklı ama tanışsalar –tıpkı kızlarının potansiyel dostluğu gibi- birbirlerine muhtemelen karşı komşudan daha yakın hissederlerdi kendilerini. Sözlerini damıtınca, yoksulluğun tavında pişmiş birer bilge çıkıyor hepsinden.
Ne demişti Mehmet Aslan, Özgecan için: “Kızım dünyanın en ünlü psikologu olmak istemişti, sanırım bir şekilde oldu gibime geliyor. Güzel kızımın dünyaya bıraktığı hediye çok güzel oldu.”
Bu da baba Badri Singh’in Jyoti için söyledikleri: “Ölümüyle bir meşale oldu, sadece bu ülkede değil tüm dünyada. Aynı zamanda bir soru bıraktı bize, ‘Bu toplumda kadın olmak nasıl bir şeydir?’ Dilerim ki onun yaktığı bu ışık dünyadaki tüm karanlıkların üstesinden gelsin.”
Anne Asha da, kızının isminin ‘ışık’ anlamına geldiğini, doğduğunda evlerinini nasıl mutlulukla aydınlandığını, komşulara şeker dağıttıkları için “oğlan çocuk gelmiş gibi kutlama yapıyorlar” diye ayıplandıklarını, “Bizim için oğlan veya kız fark etmez” diyerek bu tepkileri savuşturduklarını anlatıyor. “Ne zaman bir suç işlense kızlar suçlanıyor, yok o saatte dışarı çıkmasaydı, yok öyle giyinmeseydi diye. Asıl erkekler kendi yaptıklarından sorumlu tutulmalı. Yaptıklarının hesabı sorulmalı onlara.”
“Hindistan’ın Kızı”
Özgecan cinayetinin üzerinden henüz bir ay geçmedi, ileride bu konuda bir film yapılır mı bilemiyoruz, ama Jyoti vakası üzerine şu günlerde Hindistan’ı ayağa kaldıran bir belgesel çekildi. Ebeveynlerin yukarıdaki cümleleri de bu filmden alınma. Yapımı BBC’nin Storyville kuşağı tarafından gerçekleştirilen “Hindistan’ın Kızı” (India’s Daughter) adlı filmin tam da 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde, Hindistan ve Avrupa’daki TV kanallarında yayınlanması planlanıyordu.
Ancak Britanyalı yönetmen Leslie Udwin (muhtemelen tanıtıma hizmet etsin diye) hapisteki tecavüzcülerle röportaj yaptığını açık edince, Hindistan hükümeti ‘dava süreci devam ediyor’ gerekçeli bir mahkeme kararıyla ülkedeki yayını durdurdu. Buna karşılık BBC programını erkene alıp filmi 4 Mart’ta gösterdi, aynı gün Hindistan’da youtube’a yükledi. Hükümet kaldırılmasını talep edince youtube bu talebe uydu. Sonra ne hikmetse BBC de filmi sosyal medyadan geri çekmeye başladı. Bütün bunlar tecavüz kültürü tartışmalarına, Hint sinemasının başbelası olan sansür tartışmasını da bulaştırmış oldu. (Tıpkı bizim, geçen yaz Antalya’da Gezi’deki polis vahşetini tartışmak yerine haftalarca sansürü tartışmak zorunda bırakılmamız gibi.)
“Hindistan’ın Kızı”nı* dün gece youtube’tan izledim; tiksinti, öfke, acıma karışımı berbat bir duygu bıraktı üzerimde ve oturup bu yazıyı yazmaya zorladı beni. 8 Mart haftasında kadın mücadelesi üzerine söz almaya yeltenen bir erkek sıfatıyla haddimi biraz aştığımı bilerek...
Film aslında sinemasal düzey bakımından vasatın altında, sansasyonel bir TV yapımına yakışır tarzda toplu tecavüz sahnelerinin yeniden canlandırılması ve röportajlar üzerine kurulu, bolca dramatik müzik sosuna batırılmış bir fast-food ürünü. Taraflar ve bazı uzmanlarla (Oxford’lu bir tarihçi de eksik değil!) yapılan söyleşilere Yeni Delhi sokakları ve varoşlarında çekilmiş görüntüler eşlik ediyor; kısmen protesto gösterileri, çoğunlukla da rastgele görüntüler. Sözgelimi yoksulluğun oğlan çocuklarını potansiyel birer tecavüzcü haline getirdiği ima ediliyor veya bir hırsızlık vakasından söz ediliyorsa, o cümlenin üzerine sokaktaki herhangi bir Hintli gencin/çocuğun görüntüsü bindiriliyor, vb. Artık yönetmen/kurgucu için bir insanın görüntüsü değil o, filmde dolgu malzemesi işlevi gören bir imge sadece. (Görüntüdeki kişinin filmi dava edebilme ihtimali sıfıra yakın, ne de olsa Londra sokaklarında değiliz!)
Filmin en önemli sermayesi, aynı zamanda onu bu denli sansasyonel kılan tarafı, failler ve onlarla aynı kafaya sahip avukatları ile yapılan röportajlar. Toplu tecavüz-cinayet çetesinin bir üyesinin ve avukatların kamera önünde döktürdüğü inciler, aslında biz Türkiye’de yaşayanları pek de şaşırtmayacak türden. (Alıntılar aşağıda.) O sözlerin biraz daha rafine versiyonlarını iktidar mensupları ve avanesinden hemen her gün dinliyoruz.
Belgesele yönelik itirazlar
Davanın henüz sonuçlanmadığı, temyiz aşamasında olduğu gerekçesiyle filmi yasaklayan hükümetin telaşının kaynağı elbette hukukun üstünlüğüne gölge düşmesi falan değil, memleket imajının bundan zarar görmesi, turizmin ve dış yatırımların yara alması ihtimali.
Yasak kararının savunulamazlığı bir yana, filmin kolay affedilemeyecek bir dolu günahı var. Ülkedeki feminist kadın hereketi temsilcilerinin çoğunun tepkisini çekmesi boşuna değil. Her şeyden önce karşımızda tipik bir ‘beyaz Avrupalı kadının az gelişmiş dünya kadınlarını kurtarma operasyonu’ var. Tek bir yerel kadın örgütünü katmadan, ama Meryl Streep gibi Hollywood yıldızlarının desteğiyle film etrafında örülen bu medyatik kampanya, tecavüzle mücadele konusunda nasıl bir kazanım sağlayacak, tartışılır.
Belgesele gelen en önemli eleştirilerden biri, geniş söz hakkı tanıdığı katillerin nefret söylemi sınırlarında dolaşan, düpedüz kadın düşmanı fikirlerini pervasızca dillendirmelerine çanak tutması. Tecavüzcü katillerden Mukesh Singh’in, zerre kadar pişmanlık belirtisi göstermeden söylediklerine bakın: “Namuslu bir kız gece 9’da dışarıda dolaşmaz. Bir elin nesi var, iki elin sesi var. Tecavüzün sorumlusu erkeklerden çok kızlardır. Kızlar ve erkekler eşit değildir. Kızların yeri evidir, görevi de ev işi yapmaktır, geceleri dışarıda sürtmek ve yanlış kıyafetler giyip yanlış işler yapmak değil. Kızların ancak % 20’si iyidir. Gerisine dersini vermek haktır. O zaman da direnmemesi gerekir. [Jyoti] Sessizce tecavüze rıza göstermeliydi, öyle yapsaydı öldürülmez, işleri bitirince onu arabadan atarlardı.” (Bizi şaşırtmayacak bir şey daha: Bu sözlerin neredeyse aynısını, Asaram Bapu isimli meşhur bir din adamı -guru- dile getirmiş, ‘direnmeyecekti’ diyerek kurbanı kendi ölümünden sorumlu tutmuştu. Aylar sonra, bu ‘itibar sahibi’ gurunun kendisi 16 yaşında bir kıza tecavüz etmekten tutuklandı!)
Kadınların % 80’nini sokakta sıkıştırıp kullandıktan sonra atılacak bir peçete gibi gören bu anlayış, kabul etmek gerekir ki psikopat bir katilin zehirli bilincinde mayalanmış marjinal bir fikir değil. Mukesh’in sözleri, maalesef toplumun ezici çoğunluğunun bakışına yakın bir şeyi temsil ediyor. Bir başka feminist yazarın, Nandini Dhar’ın dediği gibi: “Sizce de ironik değil mi: Mukesh’in sesini ancak tecavüzcü olunca işitebiliyoruz. O ve onun gibiler, ancak suçlu olduklarında söz sahibi olabiliyor bu toplumda.” Söylemeye gerek yok, elbette bu tespiti yaparak ‘tecavüzcüyü de anlamak lazım’ demiş olmuyor veya katili mazur görmeyi önermiyor, sadece toplumun o tarafına kafamızı pek çevirmediğimizi, mücadele edeceğimiz zihniyeti öncelikle tanımamız gerektiğini hatırlatıyor.
‘Kültürümüzde yeri yok’
Savunma avukatlarından ML Sharma da enfes bir ‘kültür’ dersi veriyor filmde: “Bizim toplumda kızların akşam 6:30, 7:30 veya 8:30’dan sonra dışarı çıkmasına izin verilmez, hele yanında yabancı bir oğlanla. Kadınla erkeğin arkadaşlığından bahsediyorsun, kusura bakma ama bizim toplumda buna yer yok. En iyi kültürlerden birine sahibiz. Bizim kültürümüzde kadına yer yoktur.”
Düşünün, avukat sıfatlı bir adam bu akla ziyan fikirleri gizlice kaydedilmiş bir arkadaş muhabbetinde değil, açık bir kameranın önünde röportaj verirken söylüyor. Ve elbette saçmalıklarını, bol kepçeden ‘kadınlar çiçektir, elmastır, iyi korunmalıdır’ muhabbetiyle süslüyor. Katillerin bir diğer avukatı AP Singh de şöyle buyuruyor: “Bir kız çok mecbursa dışarı çıkabilir, ama yanında bir akrabasının olması şartıyla. Benim kızımın veya kızkardeşimin namusuna herhangi bir gölge düşse, evlilik öncesi ilişki gibi yüz kızartıcı bir şeye yeltense, hiç tereddüt etmem, tüm aile meclisi önünde üzerine benzin döker yakarım onu.”
Ne kadar mide bulandırıcı, öte yandan ne kadar aşina sözler değil mi?**
Filmin yarısından fazlası katilin ve savunucularının, kurbanı ve ailesini suçlayan bu minvaldeki değerlendirmelerine ayrılmış. İşin tuhaf yanı, bunları duymanın tiksindirici olduğu kadar öğretici bir tarafının da olması. Toplumun, üzerinde hiç düşünmediğimiz –tekrar edelim, ne yazık ki çoğunluğu oluşturan- karanlık yüzüne bir nebze ışık tutması, katilin beynine girmeye çalışması, patriyarkanın hücrelerine sinmiş tecavüz kültürünü mikroskop altına yatırması, film adına bir başarı sayılabilirdi belki; katiller üzerine bir belgesel olarak tasarlansaydı eğer... O da tabi, tecavüzcüleri medya starı haline getirme sorumluluğunu belgeselcinin (arkasındaki anlı şanlı kurumla birlikte) üstlenmesi anlamına gelirdi.
En hafifinden, kızlarının ardından sarf edilmiş yukarıdaki lafları duymanın kurbanın gerideki ailesini nasıl bir acıya sevkedeceğini yapımcılar bir kez bile düşünmüş müdür? Faillerinin nasıl bir yoksulluktan geldiğinin altını sıkça çizmesi, aynı şekilde sinekleri üreten bataklığı görmemizi sağlabilirdi. Ama neredeyse lafı ‘yoksullar tecavüz eder’e getirmesine ne demeli? Bir tuhaflık daha: Olayın failler dışındaki tek tanığı olan Awindra (Jyoti’nin yanındaki arkadaşı), nedense belgeselde yok. Büyük bir travma yaşadığı için konuşmayı reddetmiş olabilir, lakin daha önce gazete ve TV’lere söyleşi verdiğini biliyoruz.
Nihayet, aslında en başta sorulması gereken şey, Hindistan’daki kadın hareketinin önemli isimlerinden -kısacık bir röportajla belgeselde de yer alan- Kavita Krishnan’ın bir yazısında dediği gibi, böyle bir filme ve kampanyaya neden “Hindistan’ın Kızı” başlığı konur ki? Bu konuda film yapıp da, kadınların öteden beri süren, Hindistan’da Aralık 2012’deki isyanla daha da duyulur hale gelen mücadelesinin, birilerinin ‘kızı, bacısı, karısı’ sayılmaya karşı yürütüldüğünü bilmemek mümkün mü? Bunca ağır bedel ödeyen Jyoti’nin payına neden hâlâ illa birinin kızı olmak düşsün? Hele hele babası, “Hindistan’ın Kızı” gibi rumuzlarla anılmasına isyan edip “Dünya bilsin, onun adı Jyoti Singh Pandey!” diye bas bas bağırmışken!
Paraşüt belgeselciliği
Profesyonel belgesel etiği (maalesef bu kelimeyi kullanmak zorundayım) açısından, “Hindistan’ın Kızı”nın tartışmalı bir özelliği daha var, ki seyirci olarak bizi de ilgilendiriyor; çünkü ele aldığı konuya yaklaşımındaki etikten bağımsız değil.
Yönetmenin, filmi yapmak üzere birlikte yola çıktığı Hintli ortaklarını bir noktadan sonra devre dışı bıraktığı ve jeneriğe adlarının dahi yazılmadığı söylentisi ayyuka çıkmış durumda. Sinema camiasında konuşulanlara göre, asıl mesleği yapımcılık olan Leslie Udwin (imdb’deki filmografisinde de, yapımcılık ve oyunculuk dışında daha önce hiç yönetmenlik kariyeri gözükmüyor), Hindistan’a bu filme yapımcı olmak üzere davet ediliyor. Fakat sonradan davet edenleri bertaraf edip filmi kendi yönetmeye karar veriyor. Ortak yönetmen sayılmaları gerekirken filmin son halinde Hint ortakların isimleri bile anılmıyor.
Yani bir beyaz İngiliz kadın, arkasına BBC’yi alarak Hindistan’a paraşütle iner gibi gelir, Tihar Cezaevi’ne elini kolunu sallayarak girer, idam mahkumları ile röportajlar çeker (Britanya’da kanunların asla izin vermeyeceği bir iş!), üç beş uzmanla konuşur, ailelerine yaptığı kısa ziyaretlerden ve sokaktan topladığı görüntülerle bunları harmanlayarak ‘Hindistan’daki tecavüz salgınıyla mücadele’ misyonuna talip bir film yapıp gider. Avrupalı ve ABD’li yönetmenlerin üçüncü dünya ülkelerine gidip büyük paralarla kotardığı bu tarz işlere ben ‘paraşüt belgeseli’ demeyi tercih ediyorum. Yanlış anlaşılmasın, bir yönetmenin yabancı bir ülkede çektiği her filmin böyle olacağı anlamına gelmiyor bu. Ama maalesef tartıştığımız belgesel bu türün tipik örneklerinden biri.
Yönetmen Udwin şu günlerde bir kadın hakları savaşçısı sıfatıyla medyada boy göstermekle meşgul. Öte yandan yürüttüğü kampanyada, kadınları örgütleyen, haftalar boyu sokakları dolduran, gaz ve jop yiyen Hint kadın hakları savaşçılarının esamesi okunmuyor. Hindistan’daki aktivistlerin bir diğer haklı sorusu: İnsan hakları örgütlerine bir türlü aralanmayan cezaevi kapıları, nasıl oluyor da BBC kameralarına açılıveriyor? Röportaja ikna etmek için katilin ailesine yüklü miktarda para ödendiği söylentileri de cabası...
Özetle, belgeselcilerin insani ve ahlaki yükümlülüğüne dair ciddi bir tartışmanın ortasındayız yine. Bu vahim iddiaları ve filmin vasatlığını bir kenara koyarsak, ortada Hindistan’daki tecavüz kültürüne dair yukarıda anmaya çalıştığım doneleri önümüze seren bir gazetecilik başarısı var diyebiliriz.
Jyoti ve Özgecan’ın yaşadıklarını hatırladıkça kadın düşmanlığının memleket, sınır, ırk, din vs. tanımadığını bir kez daha anlıyoruz. Bu trajedilerden olumlu bir şey çıkacaksa, şu olsa gerek: Tecavüz kültürüne ve kadın cinayetlerine karşı mücadelenin enternasyonal boyut kazanıp güçlenmesi, birbirine ırak dünyaların bu mücadele etrafında buluşabilmesi, kalbimizin yarısının Yeni Delhi’de diğer yarısının Mersin’de bir evde atabiliyor olması. O zaman Jyoti’ler ve Özgecan’lar boşuna ölmüş olmayacak.
Nitekim Hindistan, 16 Aralık’tan beri tecavüz gerçeğiyle yüzleşmeye çalışıyor. Sokaktaki mücadele ve orta sınıfın nihayet buna destek vermesi, yönetici kastı adım atmaya zorluyor. 2013 başlarında -Jyoti olayından sadece birbuçuk ay sonra- yapılan yeni yasal düzenlemeyle kadına karşı şiddetin cezası ağırlaştırıldı. Türkiye’den somut bir girişim göremedik henüz, ölüm cezası tellallığı dışında; yakın vadede de bir şey gözükmüyor.
Özgecan’dan sonra kaç kadının daha canına kıyıldı, sayabildik mi? Ve daha ne kadar ölülerimizi saymak durumunda kalacağız? (NS/ÇT)
Dipnotlar:
(*) Filmi izlemek isteyenler için: https://vid.me/gM6j veya https://vimeo.com/121651329
(**) Aynı paralel kurgu tekniğini, bu ifadelerle bizimkilerin sarfettiği sözler için de uygulayabiliriz: “Kızlarla erkekler eşit değil” - “Kadın erkek eşitliği fıtrata ters”... “Kadın ne giyeceğini bilecek” – “Herkesin içinde kahkaha atmayacak”... “Kadını görevi ev işidir” – “Kadının asıl misyonu annelik”, “Türk kadını evinin süsüdür”, “En az üç çocuk”... “Tecavüzden kızlar sorumlu” - “Tecavüzcü kürtaj yaptırandan daha masum” vs... Adeta aynı ağızdan çıkmış cümleler ama unutmayalım, arada keskin bir fark var: Bu lafların bir yarısı ağır ceza mahkumu katillere, diğer yarısı bir ülkeyi yöneten güruha ait.
* Necati Sönmez, İTÜ Uçak Mühendisliği bölümü mezun. Uzun yıllar dergi ve gazetelerde editörlük yaptı. Sinema eleştirmeni ve belgesel sinemacı. Documentarist - İstanbul Belgesel Günleri etkinliğini hayata geçirdi.
Not: Bu yazı, Yeni Film dergisinin yakında çıkacak 35. sayısı için yazılmıştır.