Yönetmenliğini Aylin Kuryel ve Fırat Yücel’in üstlendiği Ulysess’i Çevirmek belgeseline ilk gösterimini yaptığı 16. Documentarist Belgesel Günlerinde denk geldim. Ve birazdan okuyacağınız eleştiri olarak sayılmayacak ve yer yer kişiselleşen bu yazıyı tam 16 Haziran’da, bir bloomsday (Ulysses romanındaki olayların geçtiği tarih 16 Haziran’dır. Ve dünyada Bloomsday olarak kutlanır) günü yazıyorum.
Salona biraz koşuşturarak, “Dokumentarist Belgesel Günlerine geldim, acaba film hangi salonda gösteriliyor” diye sorduğum güvenlik görevlisinin yüzüme attığı anlamsız bakışlar sonrası giriyorum.
İçeri girdiğimde film çoktan başlamıştı ve salonsa benden başka insan olup olmadığını anlayamayacağım kadar karanlıktı. Kawa Nemir yaklaşık on yıl önce giriştiği bu çeviri macerasını ellerindeki notlar, masasındaki Ulysses kitaplarını işaret ederek anlatıyordu. “Ulysses’i Kürtçeye çevirmek ben gariban Kürt çevirmenine kaldı” diyordu. Türklerin bir türlü kabullenemediği Kürtçeye çeviri hadisesini bu sözlerle ifade ediyordu.
Türkçeye çevrilen bir kült eseri nedense Kürtçeye çevirmek çılgınlıktı, delilikti, olmayacak işti. Ya da başka bir deyişle Türkçesi dururken ne uğraşıyorsunuz mu demek istiyorlardı? Kawa Nemir Türk entelektüel çevresinin bile bu meseleye çoğunlukla böyle yaklaştığını ve üstünlükçü, bünyeye kodlanmış kolonyalist tavrın bu konuşmalarda sökün ettiğini defalarca vurguluyordu.
Kawa Nemir’in belgeselde de ifade ettiği gibi Türk okuyucu için cehennem olan Ulysses’in Kürt okur için Inferno olacağı açık. Hatta çoğu Kürdün bu kitabı alıp okuyamayacağından bile emin ve bunu açıkça belirtmekten çekinmiyor. Onun için dili var etmenin, yaşatmanın bir yolu Joyce’u Kürtçe konuşturmak. Başka bir deyişle Shakespeare Kürtçe konuştu ve sırasını Joyce’a bıraktı da denilebilir.
Kawa Nemir 2015’ten önce barış sürecinde Amed’de Joyce’un bu başyapıtını çevirmeye başlıyor. Fakat barış sürecinin bozulması, ardından başlayan askerî harekâtlar ve müdahaleler Kawa’yı çalışamaz hale getiriyor. En büyük korkusu çevirinin kopyalarına el konulması oluyor. Joyce’u ve Ulysses’i riske atmak istemeyen Kawa Nemir ise Hollanda’dan kazandığı bir burs vesilesiyle yazarların kullanımına açık olan Anne Frank’ın evine taşınıyor. Joyce çevirisini bitirme uğraşına burada devam ediyor.
Onlarca kitap çevirmiş ve belgesel boyunca artık sadece Ulysses ile yaşar hale geldiğini gördüğümüz Kawa’nın dilini ilkokuldan sonra unutması ve ardından yeniden öğrenmesi ise belki işin en ilginç yanı. Asimilasyon politikalarıyla yok edilmek istenen bir dilin ve o dili konuşan insanların mücadelesi de bir yandan Joyce sayesinde görünür oluyor. Ulysses’i Kürtçeye çevirmek yok edilmek isteneni daha çok var etmenin savaşı.
Kawa Nemir’in annesinden öğrendiği ve kaydettiği kelimeler artık Joyce Kürtçe konuşsun diye masanın üzerinde beklerken Kawa, 1993 yılında ilk Kürtçe rüyasını gördüğünden söz ediyor. Mevsimine ve daha birçok ayrıntısına kadar aktardığı gün, benim için o sinema salonunda yaşadığım en özel ana dönüşüyor. Rüyalarını üç dilde gören bir ananenin ve rüyalarını anadilinde görebilen bir annenin ardından rüyalarını 25 yıl boyunca hiçbir zaman anadilinde görememiş o kız çocuğunun içi hüzün, belki gözleri yaş doluyor. Konuşamadığımız dilimize rüyalarda bile erişememenin sıkıntısı bu. Joyce’un Kürtçe konuşması artık bu noktada bizim rüyalarımızın öcü olabilir mi?
Belki de Joyce’un uyanmak istediği tarih kâbusundan kurtulmak ve muktedirin tarihini aksatmak bir dilin varoluş mücadelesiyle mümkündür. Tüm bunları düşünürken belgeselde Kawa’nın da söylediği şu cümle aklımın içinde dönüp duruyor: “Hafızayı yok ediyorlar, bari dili kurtaralım.”
Varoluşunu diline adayarak hayatına devam etmek isteyen, Joyce’u kurtarmak ve onu Kürtçe konuşturabilmek adına Hollanda’ya yerleşen Kawa Nemir’in gündelik hayatı, çeviri dışında yaptığı şeyler ve rutini de belgesel içinde kısmi bir biçimde yer alıyor. Sürgündeki bir yazarın, Kawa’nın tanımıyla sürgündeki bir ruhun yaşamının aslında hiç de kolay olmadığı, Avrupa’daki barınma krizi vb. bütün temel meseleler de belgeselde yer buluyor. Aslında ülkemizde yaşayan çoğu insan için bir alternatif hayat umuduna dönüşmüş “Avrupa’ya gidişin” bir entelektüel, bir yazar için bile taşıdığı zorluklar belgeselin bu bölümünde görünürlük kazanıyor.
Kawa’nın bir çevirmen-yazar olarak evsizliği ve eve dair soruları ise 3-4 şehre dağılmış ve hatta paramparça olmuş kütüphanesi üzerinden seyirciye aktarılıyor. En büyük hayallerinden biri bir gün kütüphanesini tekrar bir araya getirebilmek. Ve ona göre dağılmış bu kitapların görüntüsü hiç şiirsel değil, olsa olsa dramatik.
Belgeselin yedi bölümünde ayrı biçimlerde izlediğimiz Ulysses’in çeviri yolculuğunda, yönetmenler Aylin Kuryel ve Fırat Yücel belgeselde kimi zaman ses olarak kimi zaman da görüntü olarak yer alıyorlar. Yazarın geçmiş yıllardaki görüntülerinden, zoom görüşmelerine, telefon kayıtlarına çeşitli biçimsel arayışlarla şekillenen belgesel, barınma sorunundan kâğıt, matbaa meselelerine kadar bir kitabın çeviriyle bitmediğini de gösteriyor. Ulysses’in matbaada basımıyla ve yayıma hazırlanışıyla son bulan film sinemaseverlere belgesel anlatısına ve imkânlarına dair birçok seçenek gösteriyor. Tıpkı Ulysses’e Kürtçe’nin sunduğu olanaklar gibi. Okumak da izlemek de okuyucunun ve izleyicinin elinde.
Son söz, her yazının zaruretidir diyebiliriz. Kawa Nemir, 10 yılını verdiği çeviriyi elinde tutarken hepsinin topu topu 2 kilo kâğıt olduğunu ifade ediyor. Ama elde kalan sadece 2 kilo kâğıt değil, uyanmak istediğimiz kabuslar ve görmek istediğimiz rüyalar arasında bir yazarın kült bir eseri anadiline kazandırma çabası aynı zamanda. Bari dili kurtaralım, kurtaralım ki rüyalarımızı çalamasınlar. (ED/AS)