Memleketteki haller ve yaşadığımız haksızlıklarla baş etmenin en etkili yöntemini, hazırsanız buradan açıklıyorum: belgesel izlemek. Yaşadığımız ve tanık olduğumuz şeyler bizi haber izleyemez ve yorum yapamaz hale getirip çaresizliğe sürüklerken benim bulduğum en iyi çözüm bu oldu. Haşmetli And Dağlarının zirvelerinde bulunan deniz kabuklarının, bir zamanlar engin denizlerin tabanında salınmış olduğunu idrak etmemle birlikte kendimin ve elbette muktedirlerin bu hayattaki gelip geçiciliğini anlayıp kabullenmem çok daha kolay oldu nedense. İnsan gençken, kendi biricikliğinin ve farklılığının sarhoşluğuna kapılmaya daha yatkın oluyor. Yaş alırken bir bütünün parçası olduğunuzu ve sıradanlığınızı kabullenmez, hırslarınıza esir düşerseniz durumunuz çok vahim geçekten. Nihayetinde bu evrende toplu iğne başı kadar bile yer kaplamazken ve milyarlarca yılla ifade edilen bir zaman boyutunda, devrimizin daimliğini torunumuzdan öteye aktaramazken; biriciklik, sonsuz varoluş ve dünyada iz bırakma hezeyanlarımız ne boş ve acı gerçekten…
Werner Herzog, “Dünya’nın Sonundaki Karşılaşmalar” belgeselinde tek başına ölüme giden bir penguenin yolculuğunu çok etkileyici bir sahne ile anlatır bize. Nedensiz bir şekilde, bir penguen kolonisinden ayrılır; bir nevi sessiz cinnet halindedir, aklı karışmıştır. Yiyecek bulacağı yere ya da kolonisine doğru değil de kilometrelerce uzaktaki dağlara doğru yürümeye başlar tek başına. Onu yoldan alıp koloniye getirdiğinizde bile tekrar aynı yöne, kendi ölümüne doğru gider. Nedensizce… Sizi bilmem ama bu köksüzlük hissi ve her şeyi öylece bırakıp gidiverme isteği ara ara gelmiştir bu hayatta bana. Lakin buzlar üzerinde bir başıma yürüyecek cesaretim olmadığından, ayak parmaklarımın soğuktan donmasına daha fazla dayanamadığımdan ya da hayat denen bu mucizenin cazibesi baskın geldiğinden olsa gerek, bir şekilde geri döner, kendi kolonime karışırım.
Hayatın hızlı akışında varoluşsal bunalımlara sürüklenme ve oralarda uzun süreli kalma lüksümüz olmasa da, bir müddettir içimde yankılanıp duran bir soru var Adorno’dan ödünç aldığım: “Kötü bir hayatta, iyi bir hayat yaşamak mümkün müdür?” Ait hissetmediğimiz mekânlar, kişiler, oluşlar ve yargılar tarafından kuşatılmışken, bizi biz yapan değerlerimize sıkı sıkı sarılabilir miyiz; yanlış bir hayatı doğru yaşayabilir miyiz gerçekten? Geçtiğimiz haftanın ölüm haberlerini okurken bunları düşündüm ve her şeyden vazgeçerek uzaktaki dağlara doğru gitmeyi seçme özgürlüğümüz, ne zaman yüce bir his olup takdir görür, ne zaman en büyük günah sayılır bilemedim.
Belgesel izliyorum dediysem, hiç film izlemediğim de düşünülmesin lütfen. Son zamanlarda her yerde konuşulan, Şili’de, Hong Kong’da Lübnan’daki protestolarda maskesi takılan bu Joker de neyin nesiymiş deyip büyük merakla izlediğim filmin sonunda, tuhaf hislerle baş başa kaldım. Peki, neydi bu şimdi? Canımıza okuyan bu hadsiz kapitalizm, bize kendisini nasıl protesto edeceğimizi, protesto ederken hangi maskeleri takacağımızı da pompalar hale mi gelmişti yoksa?
Başroldeki Joaquin Phoenix’in oyunculuğunu ağzım açık izlediğimi bir not olarak düşeyim öncelikle. Arthur’un bir türlü kendi olamayışı, başkalarının dünyasında bir yabancı gibi kalışı, “normalleşip” herkes gibi biri olma isteği, bunun için gerekirse daha fazla ilaç içmeyi göze alışı ve hayata tutunmak adına gösterdiği tüm “palyaçoluk” çabasının sonunda patlayıveren şiddette beni rahatsız eden şey, sanırım Joker’in de bunu neden yaptığını bilemez oluşuydu. Belki bu anlamsızlık bazı izleyicilere daha etkileyici görünmüş olabilir. Ancak, kendi duygusunda ve öfkesinde savrulup duran bir Joker, adil ya da iyi olmasını istediğim hiçbir düzleme oturmadı benim. Hep bir manasız gülüş kaldı geriye bende o surattan. İyinin iyi, kötünün de kötü kabul edileceği; böyle oldurmaya gücümüz yetmese bile bu değerlere tutunmamız ve bu arayıştan asla vazgeçmememiz gerektiğine dair inancıma da hiç iyi gelmedi.
Kimi izleyiciler ve sinema yorumcuları bu hikayeyi Batman, Joker ve Gotham bağlamında düşünüp yorumlamak gerektiğini söyleseler de buna pek katılamadım. Sonuçta “Turgut Özal” deyince “O kim?” diye soran bir nesle geçmişin çağrışımlarıyla değil, şimdinin kelime ve anlamlarıyla seslenmemiz gerekir. Anlattığımız her zaman anlaşıldığımızla sınırlıdır çünkü. Joker gibi bir antikahramanın, başkaldırının simgesi olarak hem filmde hem de gerçek hayatta sahipleniliyor olması ise bence gerçekten analize ihtiyaç duyan bir durum. Sonuçta Che şapkası takıp, devrim yaptığımıza inanmak gibi bir isyan duygusuysa bu bize sunulan, hiç almayalım derim.
Arthur diyorum, Joker olmayıp ölümü seçse, daha mı iyi hissedecektik ki acaba hep birlikte? Belki de film, bizi tam da bu sorularla baş başa bıraktığı için başarılıdır; gerçekten bilemiyorum. Ancak ne olursa olsun içimizdeki iyiyi, kötüyle öldürdüğümüz ve bu öldürüşe de iyilik atfettiğimiz bir hayatı ben yaşanmaz buluyorum.
Nihayetinde Joker dahil hepimiz, bir toprak parçasına karışıp dağların zirvesine doğru yola çıkacağız. Penguen ise kendi iradesiyle gitmiştir biraz daha erkeninden… (ÖA/AS)