Ankara Adliyesi’nde iki gün üst üste, faili olan devlet olan iki davanın duruşması görüldü.
Adliyenin geçen yüzyıldan kalma, “devlet dairesi” görünümlü koridorlarındaki isimler tanıdıktı. Aradan geçen uzun yıllarda duruşma kapıları önünde bekleyenlerin sayısı azalsa da sözleri, istekleri aynıydı: Adalet.
Bu koridorlarda adalet aramanın umutsuzluğunun da farkındaydılar elbette. Zaten duruşmalarda da bu hislerini ve yargılama hakkındaki düşüncelerini sık sık dile getirdiler.
Hayatının 30 yılını babası Musa Anter için adalet aramakla geçiren Dicle Anter, çok da alışık olduğu duruşma ortamında mahkemeye şöyle seslendi, örneğin: “Ne yazık ki faili belli bir cinayetin soruşturması ve davası 30 senede bitirilemedi. Mahkemeye gelen tanıkların ifadelerinden anladığımız, bu cinayetin organize bir şekilde gerçekleştiğidir. Ama azmettiriciler gurubu, mahkeme sıralarında sanki bu ülkede yetkili kişi olarak yaşamamışlar gibi ifadeler verdiler. Yaşlı olanlar hasta olduklarını, olayları hatırlamadıklarını söylediler. Hatta bazı tanıklar bizzat olay gecesi orada olmalarına rağmen ilk tanıklık dönemlerinde söylediklerinin ikinci dönemde tersi ifadeler verdiler. Bu tanıklar namus ve şerefleri üzerine yemin ederek tanık kürsüsünde bulunuyorlardı.”
Mahkeme ne dedi peki?
Yakalama emrine cevap verilemediği...
Sanığın adresinde bulunamadığı...
Evrakların eksik olduğu...
Tanığın ifadesinin 7 yıldır alınamadığı…
Tam 30 yıl önce işlenen bir cinayetin yargılamasında mahkemenin “bilgilendirmesi” bu kadar.
Çünkü İsveç’te yaşayan bir sanığın, Abdülkadir Aygan kod adlı Aziz Turan’ın ifadesi 7 yıldır alınamadı. Gazetelere dahi demeç verip olayı tüm ayrıntılarıyla anlatan sanık, Adalet Bakanlığı’nın gerekli belgeleri, gerekli şekilde 7 yıldır gönderememesi nedeniyle ifade veremedi.
Adalet Bakanlığının talebinde ya çeviri hatası oluyor ya belgeler yanlış şekilde gönderiliyor ya eksik… Avukat Öztürk Türkdoğan’ın dediği gibi aslında birkaç günde çözülebilecek rutin bir ifade işlemi, 2015 yılındaki ilk talepten bu yana halledilemiyor.
Çok benzetilir ama bu kez tam da Dava romanındaki gibi, ifade işleminin belgeleri koridorlarda kayboluyor. Yıllarca.
Durumun verdiği yılgınlık da ailesini kaybedenlerin yüzünden okunuyor.
Mahkeme 24 saatin hesabını yapıyor
Dicle Anter konuşmasına, “Bugün son duruşma görüldüğü için...” diye başlamıştı ki mahkeme başkanı onu durdurdu: Hayır bir duruşma daha görülecek...
Neden? Çünkü zamanaşımın resmi süresinin dolmasına 5 gün daha var, her şeyi "kitabına uygun" yapılacak. Tam da bu sebeple, gelecek duruşma tarihi, 6. güne verildi.
Bravo. Resmi makamlarımızın belgelere tarih atmadaki özeni gözyaşartıcı.
7 yıldır bir sanığın ifadesini alamayan mahkeme, 24 saatin hesabını yapıyor.
“Yetkili” ağızlardan sayfalarca belge var
Davanın diğer absürt tarafı da devletin “işin içinde olduğu” bizzat devletin en yetkili makamlarınca kabul edilmiş olması.
Eski MİT yetkilisi Mehmet Eymür’ün mahkemedeki ifadesinden: “Ben bir istihbaratçıyım, isim vermem ama bütün bilgiler MİT ve Genelkurmayda, onlardan isteyebilirsiniz.”
Mahkeme onu ciddiye almadıysa Meclis raporları var, dizi dizi. Hem de 90’lı yıllarda, daha cinayetlerin üzerinden çok zaman geçmemişken yazılan: “Meclis Araştırma Komisyonu 12 Ekim 1995 tarihli faili meçhul cinayetleri araştırma raporunda özellikle Anter cinayetine değiniyor ve cinayetle toplumun bir kesimine korku salma suçunun işlediği tarif ediliyor.” (Öztürk Türkdoğan’ın beyanından)
Ayrıca Kutlu Savaş’ın Susurluk raporu var. Yani, “yetkili” ağızlardan ifadelerin kayda geçtiği sayfalarca belge var.
Sanıklar kabul etti, şikayetçiler kabul etti, Meclis kabul etti, siyasiler ve medya bile kabul etti. Ama mahkeme etmiyor. Heyetler sanki başka bir ülkede yaşıyor.
Ve Dicle Anter yıllardır duruşma salonlarının kapısının önünde bekliyor. Hep güleryüzlü, hem umutlu. Ama son kararın ardından artık öfkeli ve üzgün. Salonun önünde tekbaşına heyecanlı bekleyişi, sohbet ederken gülen yüzü, bunca zaman ve bunca benzer karar sonrası yerini umutsuzluğa bıraktı. Yine de 21 Eylül’deki duruşmada da adliyede olacak. Devlet inatçıysa, yakınlarını kaybedenler de öyle…
Mahkeme: “Görüş bildirmek zorunda değiliz”
Durumun benzerini, ertesi günkü Ankara JİTEM davası olarak bilinen, aslında JİTEM davası olmayan, faili meçhul cinayetler davasında da yaşadık.
Bu kez mahkemenin tavrı daha da umursamazdı.
Avukat Yusuf Alataş, “Sayın mahkemeye sormak istiyorum, Yargıtay'ın bozma kararından sonra mahkeme heyeti kendi görüşlerini yansıtan yazılı görüş bildirdi. Bu yazılı görüşe karşı siz ne diyorsunuz? Çünkü bu görüş çok açık ihsası reydir” dedi.
Heyet başkanı verdi cevabını: “Görüş bildirmek zorunda değiliz.”
İhsası rey, “oyunu / tarafını belli etmek” demek. Yani yargılama sürerken yargıç, kararı halihazırda vermiş olduğunu, ne tarafta olduğunu söylüyor. Ve bu bile sadece yargı bağımsızlığının ihlali ve nihai kararı bozma sebebidir.
Tabii, teorik olarak.
“Burası siyasi bir arena değil” mi?
Pratikte şunlar oldu:
Katledilen Yusuf Ekinci'nin oğlu Avukat Sertaç Kamil Ekinci, kayıp denilen Uzi silahların hangi cinayetlerde kullanıldığını anlattı: “Sedat Peker sosyal medyada konuştu, kardeşi Atilla Peker'i, Kutlu Adalı'nın öldürülmesi için Korkut Eken'in bir plan yaptığını, daha sonra Eken'in kendisine ‘O işi biz hallettik’ dediğini anlattı. Kutlu Adalı 1994 yılında Uzi marka silahla öldürüldü. Mahkemenin tavrı siyasaldır, en temel hukuki kriterlerin üzeri çiğnenmiştir. Bu dosyanın sadece bir cinayet dosyası olarak değerlendirilmesi mümkün değil. Hikâye çok önceden başlıyor.”
Heyet Başkanı, Ekinci'nin sözlerini “Burası siyasi bir arena değil” diyerek kesti. Oysa Avukat Ekinci de tam olarak onu anlatmaya çalışıyordu, tersten…
Mahkeme bu tavrıyla, Ekinci’nin, heyetin hukuki değil siyasi davrandığı yönündeki savını onaylamış oldu.
Zaten davanın bazı sanıklarına bakınca, aksi de pek mümkün değil gibi: Mehmet Ağar, İbrahim Şahin, Korkut Eken, Ayhan Çarkın, Ayhan Akça, Ziya Bandırmalıoğlu…
“Benim babam Uzi marka silahla öldürüldü”
Mehmet Ağar duruşmada yoktu ama “ağırlığı” oradaydı. Avukat Öztürk Türkdoğan, Ağar’a atfedilen “Bir tuğla çeksem duvar yıkılır”* sözünü hatırlatınca Ağar'ın avukatı hemen itiraz etti: “Onun öyle bir sözü yok.”
Ama biz, Türkiye vatandaşları, ona bu sözü çok yakıştırdık, çünkü gerçekten de Ağar anlatmaya başlarsa duvarların yıkılacağını biliyoruz.
Sadece bilmekle kalmıyoruz, müdahil avukatlar bunun kanıtları olduğunu da anlatıyor:
Avukat Sertaç Kamil Ekinci: “Benim babam Uzi marka silahla öldürüldü, Medet Serhat da aynı silahla öldürüldü. Balistik raporu sabittir. Mahkeme, 9 mm ile başka tabanca da atıyor, Uzi olmayabilir. Ama balistik raporunda aynı silahtan çıktığı sabittir. Bu gerçeği de İbrahim Şahin'in yargılandığı başka bir dosyadan biz ortaya çıkardık. 6. Asliye Ceza dosyası. İsrailli bir şirketten hibe edilen silahlar var, gümrükten girişi yapıldıktan sonra Ankara'ya geliyor bu silahlar. İbrahim Şahin imzalı yazıyla, silahların, Antalya'daki bir eğitim kampına envantere kaydedilmeden gönderilmesi emrediliyor. Silahlar sonra nereye gidiyor, bilmiyoruz. Benim babam bu silahlardan biriyle öldürüldü. Gümrükten giren 100 silahtan 90'ı kayda giriyor, 10 silah ortada yok. Aynı şekilde Glock marka silahlar da var, bunlardan biri Susurluk Kazasında Abdullah Çatlı'nın içinde bulunduğu araçtan çıkıyor. Abdullah Çatlı'ya Ağar'ın pasaport çıkarttığını, bu sebeple yargılanıp ceza aldığını da biliyoruz. Ama beraat kararı veriliyor. Bunların hepsi hukuki vakıa.”
Doğru hukuki ama siyasetten bağımsız bir “hukuk” yok. Bu davalar da bunun en güzel kanıtı.
Kanıt demişken, mahkemenin Meclis raporlarını ve fail ifadelerini kale almaması bir yana, Uzi silahlarla ilgili balistik raporlarını dahi kanıt sayılmıyor. İkinci kez görülen davanın, yine “delil bulunamadı” denerek beraatla bitmesi de kimseyi şaşırtmayacak.
Ama yargılama 20 Ocak 2023'te, saat 09.30'da devam edecek ve yakınlarını kaybedenler, avukatları ve adalet arayanlar yine o salonun önünde olacak.
*Tuğla-duvar metaforu neydi?
UM:AG Araştımacı Gazetecilik Vakfı’ndan çıkan ‘İçimden geçen zaman’ adlı kitapta, Güldal Mumcu, eşi Uğur Mumcu’nun katledilmesi ardından yaşadıklarını yazmıştı.
Güldal Mumcu’nun evinde geçen görüşmede Ağar’la yaşanan diyalog, kitapta şöyle yer almıştı:
Güldal Mumcu: “Karşımıza sürekli engeller çıkarılıyor. Bir duvar örülüyor sanki.”
Mehmet Ağar: “Evet Güldal bir duvar örülüyor.”
Güldal Mumcu: “O zaman bir tuğla çekin duvar yıkılsın.”
Mehmet Ağar: “Çekemem.”
Meclis 15 Temmuz Araştırma Komisyonu’nda verdiği ifadede Ağar bu sözü söylediğini reddetti: “Yok böyle bir şey. Söylene söylene doğru gibi oldu. Ben böyle bir şey demedim. Mumcu'nun katilini yakalamaktan daha fazla şan, şeref kazandıracak ne olabilir?”
Güldal Mumcu ise diyaloğun bu şekilde geliştiğinde ısrarcı.
(AS)