"Türk adaletine güvenimiz tam!"
Kaç kere duydunuz bu sözleri? Kaç kere sizden mahkemelerin ve oralarda verilen kararların kutsal olduğuna inanmanızı istediler?
Eğer inanabilseydik bu sözlere; güvenebilseydik mahkemelerde adaletin sağlanacağına; çok konforlu bir yaşamımız ve ferah vicdanlarımız olabilirdi.
Ama maalesef öyle değil bu ülkenin gerçekleri.
Bazen bir gazetede veya internet sitesinde okuyoruz kısa bir haber olarak. Darmaduman ediyor bizi... Sistem eliyle haksızlığa uğrayan insanların haberlerini okudukça, öfke kabarıyor içimizde.
Biliyoruz ki, bir gün biz de çaresizce kendimizi, haklılığımızı anlatmak zorunda kalabiliriz. Ve eğer karşınızdaki, yani sizin hakkınızı çalan; böyle havalı sözlerle ikna ve tarif edilmeyecek biriyse; en yalın hali ile söyleyelim, zengin ve nüfuzlu ise; anlattıklarınız asla duyulmayabilir.
Bir davanın kısa tarihi
İşte geçtiğimiz hafta böyle bir haberi okuduk hep beraber gazetelerde.
Biliyorsunuz hikayeyi... Sinem Yalçın 29 yaşında, moda tasarımcısıydı. 2008 yılında bozulan arabasının başında, emniyet şeridinde beklerken, Kalkavan ailesinin veliahtlarından Faruk Kalkavan Sinem'e çarptı; onu ezdi, öldürdü.
Ya sonra ne oldu?
Sonra genç veliaht olay yerini terk etti. Suçu şoförüne yıkmaya çalıştı. Şoförü suçu üstlenmeye yanaşmayınca, bir müddet hapse girdi.
Her nasılsa üç ay sonra tahliye oldu. Derken mahkeme sonuçlandı ve "güveninizin tam olması gereken Türk yargısı" Faruk Kalkavan'ı beş yıl dört ay hapis cezasına çarptırdı.
Cezanın onanması için Yargıtay'a gidildi. Yargıtay 26 ay sonra cezayı onadı. Ama artık Faruk Kalkavan Türkiye'de değildi. Yurt dışına çıkış yasağı olmasına rağmen (muhtemelen) Amerika Birleşik Devletleri'ne (ABD) kaçmıştı.
Bunlar Yeşilçam'ın hüzünlü aile filmlerinde değil, gerçek hayatta oldu. Sıradan bir ailenin kızı, zengin bir ailenin oğlu tarafından öldürüldü. Ve o ailenin oğlu, hiç bir şey olmamış gibi el birliği ile bu işin içinden sıyrıldı.
Tüm bunlar yetmezmiş gibi, geçtiğimiz hafta polis Faruk Kalkavan'ı bulmak için Sinem'in ailesinin evine gitti. Kızlarını ve yıllardır sürdürdükleri adalet mücadelesini kaybetmiş bu aileye "Faruk Kalkavan'ı arıyoruz. Onunla ortak mısınız?" diye soruldu.
Bir ailenin acıları ile böyle dalga geçildi. Ve bu olay bir hafta içerisinde unutuldu.
Güçsüzleşen adaleti fazla kurcalama
Halbuki orada dalga geçilen sadece Yalçın ailesi değil, hepimizdik. Güçsüzsek eğer, adaleti fazla kurcalamamamız gerektiği, onun yerine sessiz sakin acımızı çekmemizin daha uygun düşeceği bize bir kez daha hatırlatıldı. Sadece bu olay bir toplumu ayağa kaldırmaya yetmeliydi aslında, ama öyle olmadı.
Zira böyle olayları o kadar çok yaşadı ki bu toplum, çoğumuz çaresizlik içinde düşündük sadece "Neyi değiştirebiliriz ki?" diye.
Jessica'yı kimse öldürmedi
Ben neyi değiştirebileceğimizin cevabını uzaklarda; Hindistan'da yaşanan bir hikayede buldum.
Adalete, hak mücadelesine, yoksulluğa ve güçsüzlüğe dair hikayeler dünyanın neresinde olursa olsun aynılar. Model Jessica Lall'ın hikayesi de onlardan biri.
Jessica Lall 1999'da Yeni Delhi'de barmen olarak çalıştığı bir partide öldürüldü. Eski bir bakan ve güçlü bir siyasetçinin oğlu olan Manu Sharma, Jessica Lall'ı kendisine içki vermeyi reddettiği için onlarca kişinin gözü önünde vurdu.
Halbuki Jessica Lall sadece aldığı emre uyuyordu, çünkü belli bir saatten sonra içki servis etmeleri organizatörler tarafından yasaklanmıştı. Ama bunu hayatı ile ödedi.
Hikayenin bundan sonraki kısmı ise tanıdık.
Jessica Lall'ın ailesi hukuk mücadelesine başladı. Ancak karşılarındaki güçlü aile, adli tıp raporlarını değiştirdi, tanıkları bazen tehdit etti, bazen satın aldı. Ve yedi yıl süren hukuk mücadelesinin sonunda Manu Sharma serbest kaldı.
İşte o gün Hindistan'daki gazeteler şu başlığı attı: "Jessica'yı kimse öldürmedi!" Hindistanlılar da mücadele etmeleri gerektiğini ancak bu yalan tüm yalınlığı ile yüzlerine vurulunca anladılar.
Bu karardan sonra başta Tehelka olmak üzere birçok medya kuruluşu, o gecenin tanıklarını konuşturdu. Bazen gizli kamera kullanılarak mahkeme süresince söylenen yalanlar ortaya çıkarıldı. Yalanlar gözlerinin önüne serildikçe insanlar sokaklara çıktılar.
En sonunda davanın yeniden açılmasına karar verildi, Manu Sharma müebbet hapis cezası aldı.
Geç oldu, ama o ülkenin güçsüzleri vicdanlarındaki bu yükten kurtuldular. Ve benzer durumdakilere mücadele etmenin önemini hatırlattılar.
Şimdi geçtiğimiz hafta yaşananlara bakınca diyorum ki, bunun tek bir anlamı olabilir. O da bizi harekete geçirmek. Çünkü biz hareketsiz, adalet duygumuz yaralı kaldıkça; bu ülke bizler için yaşanmaz hale gelecek. (SY/BA)