İrlanda milliyetçiliğinin çetin ortamında yetişen, Katolik bir eğitimin ardından Dublin Üniversitesi’ne devam eden ve kısa bir süre sonra dini inançlarını kökten sorgulayarak doğduğu şehir olan Dublin’den ayrılan James Joyce, İrlanda’nın bağımsızlık ve modernleşme sürecindeki manevi hareketsizliğini anlattığı Dublinliler’de hayatın içinde ölmüş insanların hikayelerini dillendirir.
Farklı ideolojilerin kesiştiği bir kavşakta duran Joyce, bu ideolojileri edebiyatına yansıtarak bir nevi mezarlık inşa eder.
Dublinliler’in akmayan hayatları içerisinde, amacına ulaşamayan tutkuların soluk siluetlere dönüşmesinin en çarpıcı öykülerinden biri olan Eveline, muhafazakâr babasıyla yaşadığı evden, iş-ev-alışveriş döngüsünden oluşan renksiz ve yorucu gündelik hayatından kurtulmak için kaçma planları yapan bir genç kadının öyküsüdür.
‘Derevaun Seraun’
Eveline, denizci sevgilisi Frank’la birlikte Dublin’nin tüm neşesizliğinin aksine Latin ruhunun canlılığını simgeleyen Arjantin’ne kaçma planları yaparken annesinin trajik sonunu devam ettirir ve deliliğin sessiz dinginliğine sığınır.
Geleneksel erkek egemen dilin ürettiği İrlanda analığı söylemini annesinden devralan Eveline, içselleştirdiği ataerkil düzene karşı alternatif bir dil üretememenin çaresizliği içinde tutsaklığa boyun eğer.
Öykünün başında pencereden dışarıyı seyreden Eveline’in geriye dönük anımsamaları üzerinden giden anlatı, onun yorgunluğunun belirtilmesiyle başlar.
Bu yorgunluk, onun çok uzun zamandır verdiği var olma mücadelesinin çöktüğünün ipucunu verir.
Nihayet uzun zamandır hayalini kurduğu kaçış tasarısını gerçekleştirme fırsatını yakalayan Eveline, kara vicdanına yenik düşerek evini son bir defa gözden geçirir.
Manevi tutsaklığının başlıca simgelerinden olan azize resmine hüzünle bakar, gitmek istediği evini aniden sığınak ve yiyecek olarak algılar; çünkü hayatı boyunca başka bir yer bilmemiştir.
Diğer yandan işteki mutsuz konumunu da hatırlar aynı anda. Orada gördüğü muamele, bilincini melankoliden öfkeye taşısa da, Eveline’in akışkan bilinci tekrar eve döner ve içselleştirdiği otorite yakasını bırakmaz.
İkircikli bir belirsizlik içerisinde babasının kendisine olan iyi ve kötü davranışlarının muhasebesini yapmaya çalışan genç kız, kendi içinde kaybolma süreciyle özne olarak çıkma aşaması arasında kalmıştır.
Birlikte kaçmak istediği Frank’la kuracağı yaşamın hayalini kuran Eveline’in geri dönememesinin en büyük nedenlerinden biri Frank’ın onun kafasında belirsiz bir imge olmasıdır.
Birkaç defa çıktığı Frank onun için ütopik bir gerçekliğe sahiptir. Simgesel anlamda dili olmayan bir ilişkinin imgesi olan Frank, onun asla yakalayamayacağı bir uzaklıktadır aslında. Zaten hikaye boyunca Eveline’in konuştuğu hiç görülmez.
Eveline’in geçimsiz babasının şirinliklerini hatırlama anlarından keskin kopuşu annesinin ölmeden önceki son sözleri sağlar:
“Derevaun Seraun! Derevaun Seraun!”
İrlanda dilinde bir ismi anımsatan bu kelimeler Eveline’in annesinin de deliliğe sığınmadan önce hayatını değiştirmek istediğini ve belki de ilk gençlik yıllarında gizli bir sevgilisi olduğunu ima eder.
Çünkü ‘Derevaun Seraun’ Eveline’in babasının ismi değildir. Bu kelimeler her ne kadar kuşaktan kuşağa geçen geleneksel ataerkil yapının anne ve kız üzerinde bıraktığı tahribatı yansıtsa da, simgesel anlamda dile geçemeyen anne ve kızın deliliğe geçişinin, bastırılan alternatif dilin kadın dili olduğunu kanıtlaması açısından önemlidir.
Bazı eleştirmenlerce bu sözler Britanya hakimiyetindeki İrlanda’nın yıllardır süregelen tutsaklığını da sembolize eder.
Diğer bir deyişle, toplumsal cinsiyet kategorisiyle üretilen muhafazakâr kadınlık söylemi, vatanı simgeleyen egemen erkek dilinin içinde kaybolur.
Kutsal ve de mahrem içerisi olan evin, mahrumiyet alanına dönüştüğü bu öyküde; İngiliz egemenliğindeki İrlanda’nın politik alandaki yokluğu ve yoksunluğu, geri dönemeyen özne Eveline’nin kusurlu kadın imgesinde sembolize edilir. (YK/EZÖ)
* Joyce, James. Dublinliler, Çev. Murat Belge, İstanbul: İletişim Yayınları, 1987.