Kim bu gençler?
Geceleri banliyölerde arabaları, çöplükleri, yuva, okul, Adalet Sarayı dahil çeşitli resmi binaları ateşe veren gençler kim?
Fransa, İkinci Dünya Savaşının sonundan itibaren başlayan dekolonizasyon (sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanmaları) sürecinde, Maşrık/Mağrip ve Batı Afrika'dan çekilmek zorunda kalırken, on yıllarca sömürdüğü bu ülkelerin yurttaşları ve bazı işbirlikçileri de yavaş yavaş anavatana geldi ve yerleşmeye başladı. Başta Paris banliyösü olmak üzere, 1950 ve özellikle de 60'lardan sonra sokakların manzarasında mavi gözlü-sarışın tipik Fransızların yanında esmer, siyah insanlar da belirdi. Bu insanlar Fransızca konuşurdu, büyük bir kısmı zaman içinde Fransız vatandaşı oldu. Ne var ki geleneksel Fransız kibir ve gururu, üstelik de dekolonizasyona hazırlıksız yakalanmış olmaları, bu geniş kitleye ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapılmasına neden oldu. Nazi işgaliyle yıkılmış Fransa, kendi ülkesini yeniden inşa etmeye çalışırken, bu göçmenlerin el emeğini sonuna kadar sömürdü; üstelik onlara hiç de iyi yaşam koşulları sunmadı. Çünkü bu insanlar, Fransa'nın sömürgelerinde başarı kazanmasını sağlayamamışlardı, üstelik de 'Kılıç artığı' konumundaydılar. Anadilleri Fransızca değildi, derilerinin rengi farklıydı, dinleri değişikti, gelenekleri, ahlakları, yaşam tarzları Fransızlarınkine oranla 'geri' idi. Yıkılan bütün büyük imparatorluklar gibi Fransa da, sömürgecilik döneminin faturasını ödemek durumundaydı.
Bugün arabaları ateşe veren gençler işte bu kuşağın torunları, çocukları. Ne tam Fransız ne de tam olarak dedelerinin-babalarının doğduğu ülkelerin çocukları. İki derede bir arada kalmış, sıkışmış, çift, hatta üç kimlikli çocuklar. Mesela hem Fransız (hukuken) hem Cezayirli (kültür olarak) hem de Franco-Algérien (fiiliyatta).
Fransız entegrasyon (toplumla bütünleştirme/topluma kazandırma) modeli Jakoben (tepeden inmeci) Cumhuriyetin bir meyvesi olduğu için, Fransız resmi ideolojisi azınlık kavramını teorik olarak da pratik olarak da reddediyor. Fransız toplumunda huzur içinde yaşamak istiyorsan, Fransız olacaksın. Her şeyinle... Jakoben Cumhuriyet modeli, yurttaşlar arasındaki farklılığı, ayrıcalık/ayrımcılık olarak kabul ettiği için, bir yurttaşının hem Fransız vatandaşı olmasını hem de yabancı kökenli olmasını, dolayısıyla Fransızlarınkinden farklı kültür ve geleneklere sahip olmasını kabul etmiyor. Halbuki ABD'de ve mesela İngiltere ya da Hollanda'da geçerli olan anglo-sakson model ya da İskandinav ülkelerinde uygulanan model, yurttaşlık bağı ile kültürel, geleneksel ve hatta dini kimliklerin nispeten farklı ve özgür bir şekilde gelişmesine olanak sağlıyor. Örneğin ABD'de farklı kökenli insanlar hem ABD yurttaşlığının gereklerini yerine getirebiliyor hem de kendi kökenlerinin kültür ve geleneklerini yaşatabiliyorlar. Bu nedenle de aslında Fransa'da olmayan Franco-Algérien'lik ABD'de 'Native American' ya da 'Turco-American' kimlikleri olarak tezahür edebiliyor.
Dolayısıyla arabaları yakan gençlerin öncelikle böyle bir kimlik sorunu var. Elinde Fransız nüfus cüzdanını televizyon kameralarına sallarken, 'Ben aslında Fransız'ım ama tam olarak da değil' derken bu kimlik bunalımını sergiliyor.
Bırakın Afrika ya da Arap kökenli Fransızları, Fransız Anayasa Mahkemesi resmi bir belgede geçen 'Korsika Halkı' deyimine bile karşı çıktı ve bunu 'Fransa halkının bir parçası olan Korsika halkı' olarak düzeltti.
Fransız Jakoben modeli, işin önemli anahtarlarından biri olan 'pozitif ayrımcılık' ilke ve uygulamasına da karşı çıkıyor. Neo-liberal, Amerikancı Sarkozy ise 'Pozitif Ayrımcılık'tan yana, ama onun sorunu başka.
Dönelim gençlerin siyasal-toplumsal anatomisine:
Dışlanmışlıkları çevreye itilmişliklerinden belli. Kent merkezlerinde değil çevrede, dışarıda, banliyölerde yaşıyorlar. Giyimleri kuşamları bile farklı: Eşofmanları var, kapüşonlu, lastik ayakkabıyla dolaşıyorlar hep (Her an polis kovalayabilir, kaçmak gerek!). Biraz bizim gecekondu gençliği gibi. Kendi argoları var. Verlan (Kelimleri bölüp ilk heceyi tersten okuyan argo) hâlâ geçerli. Dinledikleri müzik de daha sert, daha protest. Rap, hard rock ya da Arap kökenli nağmeler...
Siyasetle araları yok ama apolitik değiller. Mevcut siyasal rejimle sorunları olduğu için parlamentodaki siyasi partilere karşılar. Kendi küçük, yerel dernekleri var bazen. Babalarının, dedelerinin dernekleri olan 'Cezayir İşçi Derneği', 'Corbeil Cami Yaptırma Derneği' türünden kuruluşların yanından bile geçmiyorlar.
Banliyö, Renaud'nun şarkılarında betimlendiği üzere, üstelik gidip görenlerin, hatta içinde yaşayanların çok iyi bildiği üzere, müthiş hüzünlü, olağanüstü tekdüze, renksiz, kokusuz (çöpler toplanmışsa); Mitterrand'ın deyişiyle 'estetik düşmanı beton' hapishaneler ya da yaygın deyimiyle yatakhanelerdir. Romantik görünümlü ama pornografik bir betimlemeyle, Leo Ferré'nin şarkısında andığı 'Banliyö' ise vücudun gaita deliğidir.
En geri sağlık, konut ve eğitim olanaklarının başkentidir banliyö. Parislilere hatta bütün büyük kentlerde oturanlara, 'Banliyöde oturuyorum' dediğiniz zaman, size şöyle bir tepeden üstelik de acıyarak bakarlar.
Böyle bir ortamda yaşayan, geleceğe yönelik hiç bir umudu olmayan 15-25 yaşındaki genç ne yapabilir? Tüm resmi istatistikler, eğitim, kariyer kısacası gelecek konusunda banliyö çıkışlıları hep en sonda gösteriyor. Bu yatakta doğanların, bırakın başarıyı yakalamayı, sıradan bir Fransız, yani küçük burjuva yaşantısına bile hakkı yok.
Jakoben rejim, banliyölerdeki bu başarısızlığını gizlemek için sık sık Zinedine Zidane örneğini veriyor. Cezayir'in güneyinden Berber azınlığından gelen Zidane, Marsilya'nın banliyösünde doğup büyümüş daha sonra dünya çapında bir futbol yıldızı olmuştu. Bir başka Afrika kökenli, Fransız vatandaşı Thuram ise Sarkozy'nin 'ayak takımı' tanımlamasına şiddetle karşı çıktı.
İşte yakılan arabalar, jakoben, acımasız, insafsız, ayrımcı, dayanışma yoksulu düzenin yarattığı sembolik şiddetin (Pierre Bourdieu'ye bin rahmet!) karşılığı aslında. Burada bir soru sormak gerek: Okul, Adliye Sarayı düzenin sembolleri olduğu için yakılıyor diyebilirsiniz, peki piroman gençlerin hedefi neden arabalar? Roland Barthes'ın 'Mythologies' ve Georges Perec'in 'Şeyler' başlıklı kitapları, bu soruya yanıt arar. Otomobil, Fransızların, bilhassa küçük ve orta burjuva Fransız erkeklerin hayatındaki belki de en önemli varlıktır. Gerekirse borç, taksit on yıl eşek gibi çalışıp bir araba sahibi olmak, sonra da bu arabaya kimi zaman çocuğundan daha fazla ihtimam göstermek, tipik bir Fransız burjuva tutumudur. Bu ülkede 5 tane haftalık otomobil dergisi yayınlanır, radyo ve televizyondaki 10 reklamdan en az 4'ü araba reklamıdır.
Bizim piroman gençler açısından baktığımızda ise, otomobil bir zenginlik timsali. Sıkışıp kalmış oldukları banliyöden kent merkezine ya da dışarı istedikleri zaman kaçabilmenin aracıdır. Üstelik de kolay yanar, piromani açısından, kolay bir hedef, pahalı bir amaçtır. Bir şeyi yakmak onu yok etmektir. Kendisi yanmıştır (consumé ve consommé), o da kendisini yakan olarak bildiği bir kesimin sembolünü yakarak rahatlamaktadır. Bu ateşe vermede kaçınılmaz olarak mülkiyet düşmanlığı da vardır. Mülksüzlerde haliyle mülkiyet düşmanlığı vardır. Benim yok ise, sende de olmasın, anlayışı...
Siyasi-ideolojik olarak, bu gençler ne dede kuşağının ulusal kurtuluşçu ruhuna ne de babalarının 68 ruhuna sahip oldukları için, gençlerin isyanı kendiliğinden, doğal ve anarşizan bir kalkışma. Siyasi-ideolojik önderlik yok, ruhen lumpen bir atmosferde yetişmişler. Yerel arkadaşlık yani mahalle arkadaşlığı dışında minimum bir sosyal örgütlenme de yok, siyasi örgütlenme ise hak getire. Renaud'nun 'Banlieu Rouge' (Kızıl Banliyö) ya da 'Manu' şarkılarında tüm bu ortamın, haleti ruhiyenin çok hoş dizeye dökülmüş hali vardır. Hele 'Yarın gazetede üçüncü sayfada resmim çıkacak' şarkısı, banliyö balosuna gidip olay çıkarmaya teşne bir gencin macerasını çok esaslı anlatır.
70'li yılların başlarında Paris'in nispeten daha az yoksul güney banliyösünde yaşamış, daha sonra da 5 yıl boyunca Türkiyeli işçilerin de oturduğu Kuzey banliyölerinde siyasi militanlık yapmış biri, bu Ala Franga Şırnak tecrübeleriyle bilahare Botan kentlerinde pek zorluk çekmemiştir!
Kimlik bunalımı, gençlere verilen, takılan sıfat ve adlarda da kendisini net bir şekilde gösteriyor. Göçmen, yabancı işçi, Afrika kökenli, Arap, Müslüman, 93'lü (Paris'in kuzey banliyösünün resmi eyalet ve plaka numarası), banliyölü, vs... İçişleri Bakanı Nicholas Sarkozy, olayların başladığı gün gençlere 'serseri', 'ayak takımı' deyince ayrı bir skandal patlak verdi. Gençler, bakanın özür dilemesi hatta istifa etmesini talep etti. Sarkozy daha önce de 'Banliyölerde karcher'den sözetmişti. Karcher, sanayi tipi dev elektrik süpürgeleri anlamında kullanılıyor. Sarkozy, kullandığı deyimlerde hâlâ ısrar ediyor. Ve galiba 2007'deki cumhurbaşkanlığı adaylığı da bu son manevraları sayesinde tehlikeye girdi.
Banliyö gençliğinin aslında son 20 yılda önemli sayılabilecek bir isyan geleneği var. Gençler mevcut rejimden memnuniyetsizliğini şimdiye kadar çeşitli şekillerde ifade ettiler. Son örneklerden biri, Marsilya Velodrome stadında yapılan ve Cumhurbaşkanı Chirac'ın da hazır bulunduğu bir milli futbol maçında, Fransa'nın en Arap kenti Marsilya'da, esmer gençlerin Fransız ulusal marşı 'La Marseillaise' çalınırken slogan ve ıslıklarla protestosu hâlâ akıllarda.
Hükümet ne yapıyor?
Fransız hükümeti, banliyö sorununa çözüm bulmak için, son 35 yılda bugünkü değerle yaklaşık 40 milyon avroluk 17 plan tasarladı, bir kısmını da uyguladı, ama bu planların hiç biri sorunu çözmedi. Eğitim, konut, sağlık, 'réinsertion' (topluma kazandırma, dahil etme) alanlarında kimi zaman pilot, kimi zaman da genel uygulamaların başarısızlığa uğrama nedeni de hep aynı oldu. Sağcı ya da solcu hükümetler, Jakoben Cumhuriyetçi kimliği ve politikaları hiç bir zaman sorgulamadıkları ve tüm planları bu temel, ama yanlış ilkede önerdikleri için, ne teşhisi doğru koyabildi ne de doğru çözüm önerebildi.
Son olaylarda ise, zaten bir süredir başını ırkçı-faşist Le Pen'in çektiği yabancı düşmanlığı ve özgürlüğü güvenliğe kurban etme politikaları -ki 11 Eylül'den bu yana güç kazandı- hükümeti de etkiledi. Fransız rejimi ve resmi yetkililer, 'Bu çocuklar kim? Bu arabaları neden yakıyorlar? Sorunları nedir? Neden ayaklanıyorlar?' gibi teşhis ve tedavi için can alıcı soruları hiç sormadan olayı sıradan bir asayiş sorunu olarak algıladı ve kendisine meydan okunduğu hissine kapılarak salt polisiye tedbirlerle işi çözmeye çalıştı. Olağanüstü Hal ilan edildi, bazı semtlerde de sınırlı bir sokağa çıkma yasağı uygulamaya kondu.
1955 tarihli bir yasa uyarınca - ki o zaman Cezayir Savaşının yan etkilerini önlemek için çıkarılmış bir yasa- İçişleri Bakanı, Valilerin yetkilerini artırıyor, Valiler de daha şirin görünmek için bazı yetkilerini, mesela sokağa çıkma yasağı ilanı yetkisini Belediye Başkanlarına devredebiliyor. Yani Fransız Olağanüstü Hal rejimi bizimkinden oldukça farklı.
Sarkozy, daha önce Fransız Anayasa Mahkemesi toplu sınırdışı vakalarını reddetmiş olmasına rağmen, 'Olaylara karışan yabancıların' -yani Fransız vatandaşı olmayıp sadece oturma ve çalışma izni olanlar ile kaçak işçilerin- sınırdışı edileceklerini açıkladı. Fransa'da yaşamak büyük bir imtiyaz ya, sınırdışı ederek cezalandırma yöntemi ilginç olsa gerek...
İlk başlarda özellikle aşırı sağ ve bazı muhafazakarlar, ordunun müdahale etmesi gerektiğini savundu. Ne var ki, Fransız ordusunun bu tür olaylarda herhangi bir deneyimi ve becerisi olmadığı için, bu talep hem siyasiler hem de askeri yetkililer tarafından kabul görmedi. Böyle bir durumda orduyu göreve çağırmak da, sorunun tek yanlı (asayiş) olarak algılandığının somut bir işareti.
Hükümetin 'sosyal' kanadı, 'Acil 5 bin istihdam' projesini gündeme getirdi, ancak bu öneri yanan arabaların alevleri arasında kayboldu gitti. Üstelik bu acil çözüm önerisi bile, kimlik sorununa çözüm getirmediği için gençler tarafından büyük alkışlarla karşılanmadı. Kendi mahallesinde yabancı muamelesi gören genç, iş dünyasında da aynı ayrımcılığa maruz kalmak istemiyor.
Muhalefet, medya, kamuoyu farklı mı?
Son 15 günlük Fransız medyasını taradığımızda, ana haber bültenleri ile tartışma programlarının soruna genellikle tek yanlı baktığını görüyoruz. Mesela birkaç istisna hariç, piroman gençlerin talepleri, gerekçeleri, gerçekleri, yaşam tarzları medyaya pek yansımadı. İktidar ve muhalefetin 'asayişçi' yaklaşımı medyada da kendini gösterdi. Muhalefetteki Sosyalist Partisi sözcüleri bu aralar daha çok kendi Genel Kongreleri ile meşgul oldukları için, iktidara yönelik bazı biçimsel eleştirilerle yetindiler: Olağanüstü Hal İlanı çok mu gerekliydi? Banliyölerde bu sorun yeni değil, neden şimdiye kadar önlem alınmadı? türünden serzenişler.
Le Figaro gibi sağcı basın ile aşırı-sağcılar, kendi tezlerinin doğrulandığını sanarak, banliyödeki ateşli kalkışmayı, yabancı işçi düşmanlığı ama özellikle de İslamiyet karşıtı propaganda olarak kullanmaya kalkıştı. Bazı banliyölerde gençlerin arabaları yakarken 'Burası Bağdat! Paris değil!' sloganını atmaları ön plana çıkarıldı. Le Figaro 'Şiddette İslamiyetin rolü' başlıklı başyazılar yayınladı. Türkiye Başbakanı Erdoğan'ın tahliline -başörtüsü yasağı- rağbet eden bir tek siyasi ya da uzman ise, maalesef çıkmadı.
Strasbourg merkezinde, ki Fransa'nın en tutucu kentlerinden biridir, otobüste, sokakta, dikkat ettim, şık beyler, hanımlar, yani Beyaz Fransızlar, esmer ya da siyahlara eskisine oranla daha kuşkulu, daha olumsuz gözlüklerle bakıyorlardı. Kendi aralarında fiskos konuştular otobüste, Arap bir grup genç okuldan evlerine dönerken.
Sonuç olarak, Jakoben Cumhuriyetçi model, banliyölü, Afrika, Arap kökenli, Müslüman, işsiz, umutsuz genci anlamadığı, anlayamadığı, onu olduğu gibi kabul etmediği, edemediği için iflas etti. Binlerce araba yakıldı, onlarca resmi bina tahrip edildi, yüzlerce genç gözaltına alındı. Bu dalga 15 gün sonra şiddetini azalttı. Ama Jakoben rejimin ayrımcı, tektipçi, sembolik şiddeti sürdüğü müddetçe, banliyölerde sorun var olacak. (RD/TK)