Milliyetçilik, yurtseverlik ve anti-emperyalizm sık sık karıştırılıyor. Jackie Chan sinemasının erken dönem yapıtlarından olan “Ejderin İntikamı” (New Fist of Fury, 1976), bu ayrımlar için anlatısal ipuçları veriyor. (*)
Milliyetçilik, halkları ulusal ve etnik olarak ayırır; kendinden olanı iyi, kendinden olmayanı kötü görür. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” sözü, tam da buna karşılık gelir. Yurtseverlik ise, üç noktada milliyetçilikten ayrılır: Birincisi, bizden olanlar tanımını ulusal ve etnik aidiyetlerle değil, yurt sevgisiyle tarifler. Yurdunu sevmek, devletini ve hükümetini sevmek ile eşanlamlı değildir. Hükümetlerle aynı görüşte olmayabiliriz, ama bu memlekette yetişmiş insanların neredeyse tümü bir aidiyet hisseder. Uzaklarda bile olsa, siyasal sorunlar nedeniyle kızgın bile olsa, memleketinin havasını suyunu özler; bir çift laf etmeyi, yemeklerini, dostluklarını… Bu yurtseverlik, bir gün bir işgal halinde yurdunu savunmayı da gerektirir. İkincisi, yurtseverlik, “ulusal ya da etnik olarak bizden olmayan kötüdür” demez. Her aidiyette iyiler ve kötüler vardır. ABD emperyalist bir devlet olsa da iyi Amerikalılar vardır. Aynı biçimde iyi Türkler de vardır, kötü Türkler de... Anti-emperyalizm ise, emperyalist düzeni genel olarak reddetmeye ve emperyalist bir devlet altında yaşamaya karşı çıkmaya denk gelir. Üçüncüsü, milliyetçilik için, bizden olan ve olmayan arasında keskin bir ayrım vardır. Yurtsever için ise aidiyet, dereceli bir iştir. Milliyetçilik, karma ilişkilerin çocuklarını kendinden saymaz; bunları ‘kanı bozuk’ olarak görür. Yurtsever için ise, bu, sorun değildir; çünkü zaten, yurtseverlikte aidiyet, kanla tanımlanmaz.
Bir film temsilinde, hep iç-grup iyi, dış-grup kötü gösteriliyorsa, o film, yurtsever değil, milliyetçidir. Örneğin, Tarkan ve Malkoçoğlu gibi filmlerde bizden olmayıp da iyi olanlar yer almaz. Onlar iyi insanlarsa er ya da geç ‘biz’e katılacaklardır; kötü insanlarsa, ya iyinin gücüne dayanamayıp iyilere katılacaklardır (Türk ve Müslüman olacaklardır) ya da yaşama hakları olmayacaktır. Bu, elbette sonraki dönemlerin çokkültürlülüğüyle taban tabana zıt bir durumdur. İşte “Ejderin İntikamı”, bunları düşündürmesi açısından da dikkate değer bir film.
Yurtsever Nguyen’den Ho Amca’ya
Filme geçmeden önce yurtseverlik kavramını biraz daha açalım: Ho Amca, bir yurtseverdi (patriot), milliyetçi değildi (nationalist). Gençlik yıllarında yazdığı yazılarda imzasını ‘Nguyễn Ái Quốc’ olarak atıyordu. Bu, ‘yurtsever Nguyen’, diğer bir deyişle, ‘vatanını seven, vatanperver Nguyen’ anlamına geliyordu. Onun açısından, Vietnam’ın bağımsızlığı asla bir Vietnamlı-Fransız savaşı değildi; savaş, memleketini sevenlerle onu işgal etmiş emperyalistler arasındaydı. Bu milliyetçilik içermeyen yurtseverlik, Vietnam Komünist Partisi’nin direniş yıllarında Vietnam’ın 54 etnik grubundan üyeleri kapsaması gerçeğiyle bütünleşir. Savaştan sonra da parti katlarında etnik ayrımcılık görülmez. İlerleyen yıllarda, genel sekreterlerden biri, Vietnam dışında az bilinen bir azınlık halktan olacaktır. Bu açıdan, bir yurtseverin bağı, daha çok coğrafidir; yer tabanlıdır. Türkiye özelinde düşünürsek, yurtsever, bu coğrafyada yaşamakta olan ya da tarihte yaşamış herkesle bir bağ hisseder.(**) Bu tarife, Afro-Türkler de Hititler de Ermeniler de Malakanlar da girecektir.
Yaygın göçmen kabul eden ülkeleri dışarıda bırakırsak -ki bunlar dünya ülkeleri arasında çoğunlukta değiller- devletler, bizim kimliğimizi annemiz babamız üstünden tanır. Alevilik-Sünnilik, Türklük-Ermenilik vb. anne-babadan çocuğa aktarılan kimlikler olarak tariflenir. Anneden ya da babadan en az biri Ermeni ise, çocuk Ermeni okuluna gidebilir; devlet için, kendini Ermeni ya da Türk hissetmenin bir karşılığı yoktur; varsa yoksa kan bağına bakılır.
Oysa annemizi-babamızı seçemeyiz. Bu eve değil de başka eve doğmuş olabilirdik. Avrupalı olabilirdik, Afrikalı olabilirdik. Nasıl bir çocukluk yaşayacağımızı da seçme şansımız çok azdır ve işin kötüsü, kimliğin öncülleri bu dönemde oluşur. Bugün sonradan başka vatandaşlık alanlar ve genel olarak kişilik düzeyinde kimlik değiştirenler, dünya nüfusunun çok azı. Aileden ve çocukluktan gelen kültürel geçmişimizi değiştiremeyiz ama bu geçmişe ve genel olarak hayata bakışımızı değiştirebiliriz. Milliyetçilikle yurtseverlik arasındaki fark tam da bu noktada daha büyük bir anlam kazanıyor.
Diktatörlüklerde direnişin iki odağı: Din ve spor
“Ejderin İntikamı” filmine dönersek, anlatı, Japon işgali altındaki Tayvan’da geçer. Demek ki 1895 ile 1945 arası bir dönem konu edilmektedir. Kişilerin giysilerinden ve yaşam biçimlerinden, 1940’larda oldukları gibi bir sonuç çıkarabiliriz.
Yarım yüzyıl Japon işgali altında kalan Tayvan’daki durum evrensel bir gerçeği bir kez daha ortaya koyar: Askeri diktatörlüklerde halkın örgütlenmesi tümüyle engellenir. Demokratik alanda yalnızca iki direniş odağı kalır: Dinsel örgütlenmeler ve spor. Dinsel örgütlenmelere dayalı isyanları, Alevi tarihinde, İslam tarihindeki Karmatilerde, Çin’de Boksörler İsyanı vb. gibi örneklerde görüyoruz. Spor odaklı isyanlar için ise, en bilinen örnek, 1500 yıl önce Sultanahmet’teki At Meydanı’nda gerçekleşen ve 30 bin ölümle sonuçlanan Nika Ayaklanması. Film, Japon işgali altındaki Tayvan’da, din dışındaki diğer direniş odağını, sporu (kung fu okullarını) konu alıyor. Çin dövüş okulları yanında Japon dövüş okulları var. Japon işgal güçleri, bir yandan da Çinli yurtsever avında.
Karayılan etkisi
Başkişimiz Jackie Chan, amcasıyla yankesicilik yapar. Ama ilkeleri vardır, yerli halktan çalmaz; yabancıları soyarlar. Son hırsızlıkları onları Japon ve Çin dövüş okullarının tam da orta yerine bırakacaktır. Jackie Japonlardan nefret eder. Adadaki Japonlar da zaten Çinlilerin nefretini kazanacak kadar ileri giderler. Japon kungfu ustasına göre, “Çinliler ikinci sınıf insandır; bir tür köpeklerdir. Japonlar üstün insanlardır.” Öyle olmasaydı Çinliler savaşta yenilmezlerdi. Jackie, Japonlar tarafından kıyasıya dövülecek, öldüğü düşünülerek açık bir mezara konulacak ve Çinli dövüşçüler tarafından bulunup iyileştirilecektir.
Jackie’nin filmin başındaki Japon nefreti, kaba bir milliyetçiliğe karşılık gelir. Oysa her Japon kötü, her Çinli iyi değildir. Gerçekte, ulusal ve etnik kökeninden bağımsız olarak, emperyalist ideolojiyi benimseyenler kötü, benimsemeyenler iyidir. Örneğin, Çinlilere zulmeden Japon komutana bir Çinli işbirlikçi yardımcı olur. Demek ki her Çinli iyi değildir. Öbür taraftan baktığımızda ise Jackie’nin bilmediği bir durum vardır: Annesi bir Japon’dur ve elbette bir Çinli’yle çocuğu olan bir kadın olarak emperyalist ideolojiye bağlı değildir.
Çin dövüş okulunun büyük ustası ölünce, torunu (bir genç kız) okulu yeniden açmak ister; ancak Japon dövüş ustaları buna izin vermez ve kendi kaba kuvvetleri bunu engellemeye yetmeyince Japon askerlerini yardıma çağırırlar. Jackie, basit bir hırsızken, bu durumlara tanıklık eden birçok Çinli gibi siyasallaşır. Hiç sevmediği dövüşe yönelir, kung fu okuluna yazılır ve okulun ileri gelenlerinden olur. Buna biz “Karayılan etkisi” adını veriyoruz. Sıradan bir kişilik, bir deneyim yaşar (Nazım Hikmet şiirinde Karayılan’ın eceli gelen yılanı görüp bir kahraman olarak yükselişi gibi) ve kahramana dönüşür.
İki kadın dövüşçü modeli
Yeni lider olan Çinli genç kız, siyasal biridir. Dövüş okulunun adını Çingu (Savunma Birliği) koyar. Okul Japon işgaline karşı bir direniş odağı olarak düşünülmüştür. Genç kız zaten Şanghay’dan Japonlara karşı direndiği için kaçmak zorunda kalmıştır. Radikal düşüncelere sahiptir ve bunları dile getirmekten geri durmaz. Fakat yine de, geleneksel kadın-erkek rollerinde kodlanır. Bir erkeğin koruyuculuğuna gereksinim duyar.
Karşı tarafta ise Japon dövüşçünün kızı vardır. Çinli kızın tersine, daha bağımsız bir tiplemedir. Bağımsız ve fakat fazlasıyla erildir. Bu iki dövüşçü kız arasındaki fark, akla feminist düşünce tarihindeki tartışmaları getirir: Kadın, toplumda eşit olmak için, erkek gibi mi olmalıdır yoksa kendine özgü özellikleriyle ayrı bir varlık olarak mı yer almalıdır… Erkeklerin koyduğu başarı ölçütlerine ulaşmaya mı çalışmalıdır yoksa kendi ölçütlerini mi koymalıdır?.. Yine bu ikili arasındaki karşıtlık, akla Doğu Asya askeri tarihindeki kadın savaşçıları getirir. Bunlardan biri, Japonya’da Batılılaşmaya, Batılı türden ordu kurulmasına karşı, “tüfek icat oldu mertlik bozuldu” misali ölümüne direnip Boşin Savaşı’nda hepsi katledilen samuraylar arasındaki tek kadın samuray, Nakano Takeko’dur (1847-1868).
Bu bilinç nasıl bir bilinç?
Filmin sonunda, Japon dövüş lideri, sırtını askeri işgale dayayarak, tüm Çinli dövüş okullarını kendine bağlamayı ister. Bundan sonra onların ayrı bir adı olmayacaktır ve dövüşte yalnızca Japon yöntemlerine izin vardır. Kimi okullar boyun eğerken, Jackie ve dava arkadaşları elbette boyun eğmeyecektir. Kazanan Jackie olur ve film, Japonlara karşı kitleler halinde dövüş eğitimi alan Çinlilerin görüntüleriyle açık uçlu biter. Kazanacaklar mıdır bilinmez ama artık siyasal bir bilince ulaşmışlardır.
Peki, bu bilinç nasıl bir bilinçtir? Burada film, çok önemli bir fırsatı geri teper ve ortada bitmiş izlenimi uyandırır. Belki de devam filmi çekilmesi düşünülmüştür de bunun için böyle bir bitiriş uygun görülmüştür. Jackie’ye annesinin Japon olduğu bilgisi ulaşmaz. O, milliyetçilik açısından, bir “kanı bozuk” olduğunun farkında olmayarak kendini “saf Çinli” olarak kurgulamaya devam eder. Dolayısıyla, onda bilinçsiz milliyetçilikten bilinçli yurtseverliğe geçişi görmeyiz. Annesinin Japon olduğunu öğrenseydi belki de bir barış elçisi olabilecekti; iki tarafın milliyetçiliğini de aşan bir yurtseverliğe yönelmesi olasıydı. Bu yönelim, Tayvan’da çocuk doğurmuş olan bir Japon’u, düşman yerine, geliştirdiği aidiyet ilişkisi dolayısıyla Çinli olmasa da Tayvanlı sayacaktı.
Belki de yönetmen, bunu bilerek yapmış bile olabilir. Diğer bir deyişle, Jackie’nin annesinin Japon olduğunu bilmemesi özellikle üzerine gidilmedik bir öğe olabilir. Bu durumda, ileti şu olacaktır: Bilinçsiz bir milliyetçilik Japon emperyalizmini yenemez; gücü ancak Japon dövüşçülere yetebilir. Hatta stratejik düşünen bir Japon emperyalizmi, Japon dövüşçülerin Çinli dövüşçülere yenildiği bir dünyayı yeğleyecektir; çünkü Çinli direnişi böylece spora yönelir, gazı alınır ve evine gönderilir. Japon emperyalizmi savaş meydanlarında Çin’i ezmeye devam eder.
Bu durum, işgal İstanbul’unda İngiliz takımını yenen Türk takımının coşkusunu düşündürür. Maç, rahatlama sağlar ve sonra asıl direnişi gereksizmiş gibi gösterme gibi işgali olumlayan bir sonuca yol açabilir. Eski İngiliz sömürgelerinde kriket gibi oyunların yaygınlığı düşünüldüğünde, belki “endüstriyel spor, (sömürgelerde) sömürülenlerin afyonudur” diyebiliriz ki bu, malumun ilanı oluyor. Öte yandan, futbol ile dövüş sporları arasındaki karşılaştırma tam anlamıyla geçerli değil; çünkü dövüş sporları, işgal koşullarında ölümlü olabilecek etkinlikler niteliğinde. Bir futbol maçında ise (taraftarları değil oyuncuları kast ediyoruz) ölüm nadirdir.
“Ejderin İntikamı”, eleştirilerimize karşın, sıradan bir dövüş filmi değil. Bu filme daha derinlikli baktığımızda, aslında bugün bile hala yerli yerine oturtulmamış birtakım kavramların anlatı konusu yapıldığını görüyoruz. Bunlar, bu nedenle, bugün için de geçerli nitelikte olan anlatılar… (UBG/AS)
(*) Film, şuradan izlenebilir.
(**) Bu arada, o füzelerin Patriot (Yurtsever) olarak adlandırılması, tam bir ironi örneğidir. Yurtsever, başka ülkelere saldırmaz. Bu, Hindistan’ın nükleer silah programına “Gülen Buda” adını vermesine benziyor.