Saat sabah üç...Issız, sessiz, karanlık sokağa bakıyorum bir süredir geceleri. El ayak çekilince derdim ama el ayak çoktan çekilir oldu sokaktan bir süredir, akşamın gölgesini beklemeden.
Karşımızdaki üniversite bahçesinden eve kadar ulaşan müzik sesleri kesildi. Hemen çaprazdaki ortaokulun zil sesi, pencerelerden taşan çocuk kahkahaları, bahçedeki topun potaya her çarpışında yankılan sesi sustu.
23 Nisan provalarının çığlık çığlığa şiirlerini/şarkılarını, öğretmenlerin azarlarını, ergen itirazlarını duyamayacağız, belli. Bahar kaçtı, yaz belki…
Öğrenci servisleri, sürekli klakson sesiyle araç dalaşı yapan, hep birilerinin kavgasıyla yüreğimi ağzıma getiren kalabalık da yok . Yan sokaktan taşan gürültüler, müzikler, uğultular kesildi. Köpek havlamaları bile duyulmuyor artık. Şaşkın ve yalnız dolaşıyordu köpekler ilk günlerde. Gittiler. Mart ayını yaşadığımızı hiç unutturmayan kediler de yok günlerdir. Sabaha kadar çöpleri karıştıranlar, kimi motorize, kimi bisikletli, kimi çek çekli hurda arayıcıları da. Koyu bir karanlık, ürküten, yüreğimi yakan bir sessizlik var sadece..
25 yıl önce yerleştiğimiz, sessizliğine, camdan bakınca gökyüzüyle yeşili bir arada sunuşuna, kuş cıvıltılarına, perdeleri hiç kapatmayacak oluşumuza vurulup aldığımız evin/bizi cezbeden muhitin; büyüyen Türkiye’nin nasıl büyüdüğünün küçük bir örneğini sunacağını bilmiyorduk o zamanlar.
Zamanla… Hemen yanı başımızdaki sokaktaki tek katlı, dört tarafı bahçeli mütevazı, öğretmen maaşlarıyla yapılmış kooperatif evlerinin yıkılıp bahçelerinin yok edilerek envai çeşit isimde kahve/çay dünyalarına… Arnavut kaldırımlarının betona…
Baharda öbek öbek çiçeklerin, rengarenk güllerin, genzi yakan ıhlamur kokulularının nargile dumanlarına dönüşmesini… Sadeliğin, doğallığın güzelliğinin, vandal bir anlayışa, paraya yenilişini izledik isyanla, acıyla, öfkeyle, üzüntüyle… Öğretmen evleri sokağından, barlar/kafeler sokağına evrilişine…
Çok paraya tamah eden ev sahiplerine, usulsüzlüklere göz yuman yerel yöneticilere, tahripkar/paragöz işletmecilere ve dahasına tanıklık ederek yıllar yılı.
O kontrolsüz, o vahşi değişimde tek isteği evinde huzurla oturmak olan semt sakinlerinden biri olarak beni isyan ettiren her şey bitti.
Zaten uzun süredir müşterileri azalmış olan, kimi kapanmış, kimi yeniden açılmak üzere tadilata girmiş olan kahvaltı mekanlarının, kahve dünyalarının/deryalarının/çayhanelerin hiçbiri yok artık.
O dünyalarda çalışan garsonlar, temizlikçiler, sürekli gelip giden tedarik araçları, havalı arabaları park eden yoksul valeler, kaldırıma serdiği takıları satmaya çalışan genç kızlar/erkekler, köşedeki midyeci, baloncu abla, kışın kestane, baharda çağla/erik, yazın buzlu badem satan delikanlı, siparişleri yetiştirmeye çalışan motosikletli kuryeler… Hepsi gitti. Yok.
Kimi mekanların korumaları vardı, kimilerinin çığırtkanları. Ne koruyacak mekanları kaldı, ne içeriye çağıracakları insanlar.
‘Evinde kal Türkiye’nin sigortasız insanlarıydılar onlar. Günlük, haftalık yevmiyelerle, çoğu aldıkları bahşişlerle karınları doyan, park ettiği araba, sattığı balon, közlediği kestane ile geçinenleriydi. Neredeler?
Öğrenci ekonomisiyle bakkalını döndüren çılgın Halide, saç kesip sakal tıraşıyla evine, 2 çocuğuna bakan hep gülen Deniz, dürümcü Nevzat, fotokopi çeken zarif/çalışkan Barış, kırtasiyeci Mehmet Bey ne yapıyorlar şimdi? Evlerine üç ay yetecek kadar erzak yığmışlar mıdır? Derin dondurucularına etler, tavuklar, balıklar? Makarna, bulgur, fasulye, pirinç, nohut stoklamışlar mıdır? Ya da koliyle tuvalet kağıdı? Çocukları için şekerlemeler, çikolatalar, çerezler? Ceplerinde para var mıdır? Varsa, kaç günlüktür? Kaç sofra kurar? Kaç elektrik faturası öder?
“Sokağa çıkarlarsa virüs, evde kalırlarsa açlık” arasında seçim yapmak zorunda bırakılan, ‘aynı gemideyiz’ teranesinin çoktandır su basmış kamaralarında zaten tepeden tırnağa ıslanmış olan bu insanlar nerede? Ne yer ne içerler, ev kiralarını nasıl öderler, nasıl ısınırlar bilen var mı? Onlar zaten hiç yoklar mıydı yoksa?
Alt katımızda bir ay tadilat görüp daha 10 gün önce açılmış dükkanın renkli balonları duruyor hala. Kimisi yerde, sönmüş. Siftah bile yapmadan kapanmış bir dükkanın renkli umutları sallanıyor tabelasında. Sokağın en bahtsız bedevisi benim diyor sanki kederle, kahırla.
Ihlamur kokulu mütevazılıktan çıkıp vahşi, kuralsız cangıla dönüşmüş … Şimdi ne kokusu, ne cangılı kalmış hem üzüntü, hem ürküntü veren sokağa bakarken, karşı kaldırımın kenarına saatler önce bıraktığım yemeği yiyen bir kedi görüyorum nihayet. Günlerdir birikmiş, içime akmış gözyaşlarımı bırakıyorum sonunda geceye. Kediye, kendime, kentime, ülkeme. Doya doya ağlıyorum. Umutla umutsuzluk, gerçekle yalan, iyilikle kötülük, ciddiyetle aymazlık, vicdanla acımasızlık, bir felaketi kanıksamakla başkaldırmak arasında duran seçimlerle… ‘Ben’ değil ‘biz’ demeyi öğrenmiş herkes adına, kana kana.
Bu yazı aynı gün gercekizmir.com'da yayımlanmıştır.
(GS/DB)