Erzurum Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü öğrencisi.
Şair, yazar, akademisyen Hüseyin Köse’nin Taşlara Düğüm kitabı çıktı. Geçtiğimiz günlerde, Yasak Meyve Yayınları’ndan çıkan kitap üç bölümden oluşuyor. Hüseyin Köse Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde Profesör. İletişim sosyolojisi, uluslararası iletişim, kültürel çalışmalar ve eleştirel medya incelemeler gibi alanlarda çalışıyor. Akademisyen kimliğinin yanı sıra şair kimliğiyle tanınıyor, Köse. 1970’te Antep’te doğan Köse’nin, bugüne kadar, Üzülmüş Evler Kraliçesi, Mahvedici Melek, Orada Olmayan Adam, Unutma Mesafesi adlı kitapları yayımlandı. Taşlara Düğüm ise şairin beşinci kitabı. Hüseyin Köse ile, Taşlara Düğüm’ü, şiiri, Gezi Parkı direnişi sırasında öldürülen Berkin Elvan, Ali İsmail Korkmaz ve Abdullah Cömert için yazdığı şiirleri, şiirin felsefesini, kısacası Köse’nin şiirlerini konuştuk…
“Anladım kayıplar gece olmadan bulunmuyor/Bir şehir var zalimce uğulduyor dışarıda,” diyorsunuz Kayıplar ve Çocukluklar isimli şiirinizde. Gerçekten de kentleşme, masumluğumuzu öldürdü mü? Ya da çocukluğumuzu kaybettik mi?
Metropolleşmenin artmasıyla birlikte belli bir vicdan yükünden de kurtulduğumuz söyleniyor… Şu var ki, anlayış ve merhamet yoksunu bir yabancılaşma içre yaşıyor, artık daha az sahiplenme gereği duyup daha az umursuyoruz birbirimizin dertlerini. Aramızdaki uzaklık duygusu arttıkça, onunla birlikte yitiklik duygusu da katmerleşiyor. İletişim çağının kendine özgü ironik tınısı içinde, Bauman’ın dediği gibi eskiye özgü samimiyet içeren yakınlık da böylece elden çıkarıldı. Bunlar sosyolojik saptamalar, büyük ölçüde. Benimkisi, olsa olsa şehirlerin zalimce uğultusu içinde bir dinginlik arayışı kendine, bu koyu karanlığa düzülmüş soğukkanlı bir övgü. Ya da “Taşlara Düğüm” atmanın olanca çetin cevizliğiyle, bir imkânsızlık estetiği ve güzelliği. Bir de yüzyıllar boyu Gece’nin etrafında üretilmiş çoğul mecazların mitik örgüsü var tabi. İlkin, dikkat dağıtıcı hiçbir şey yoktur Gece’de Gece’nin sessizliğinden başka. İkinci olarak, özdüşünüm sürecinin en yoğun biçimde yaşandığı anlar itilasının evidir Gece; zifiri karanlığın sonsuz hükümranlığında boylu boyunca uzayıp giden zamanın olağanüstüyü kışkırtan doğurganlığı. En çok da böyle anlarda, yani Gece’nin belirsizlik dolu yatağında, en eski deneyimlerimize doğru gerileriz; belleğin buluntusu birkaç ize rastlarız gidebildiğimiz kadar uzak o yerde, işe yarar birkaç anı kırıntısı veya anlamlı birkaç yanıt ararız bugünümüze tutunmamızı sağlayacak. Bu yüzden, işte “kayıplar gece bulunur” genelde. Kaybolanı bulmak da mutsuz bilincin şenliğidir. Peki, bulduğumuz gerçekte nedir? Çocukluk ve ilk gençlik dönemlerimizin, aynı zamanda modern yitiklik zamanlarımız olduğu. İkame edici, onarıcı bir gücü vardır her ikisinin de “niçin”siz yaşamalara kıstırılmış varlığımız üzerinde. Kısaca, dönüp dönüp vardığımız bir yerdir orası, silik dökük bir zamanın bugünkünden bile daha yoğun ve gizem yüklü karanlığı…
Kitap üç bölümden oluşuyor. Yaşlar / Düğümler / Düşler ve Diğer Suçlar olarak. Nedir bu ‘düğüm’ün hikâyesi?
Güncel olaylar oyunuyla ilgili olduğu kadar egzistansiyalist bir mahiyeti var iki sözcüğün yan yana gelişinin. Yani tümüyle tesadüf değil. Her ikisi de eşit ölçüde kuvvetli bir çözümsüzlüğe işaret ediyor. Bir çıkışsızlığa. İnsan yaşamının belki de en büyük zorluğu, başından beri kendi ürettiği sorunlara karşı üretemediği yanıtların travmasına takılı kalışı olsa gerektir. Yaşamak zordur, çünkü her yerde zorunlulukların kaskatı diliyle zorlaştırılmıştır. Mutlu olmak pek müşkül bir şeydir, zira her an insanı delirten umutların bir gün yitip gideceği korkusuyla çevrelenmiştir. Sonra büyümenin sancıları, çalışmak zorunluluğunu hissettiğimiz o ilk uğursuz anla birlikte kaybedilen doğal neşe halleri, başkalarınca anlaşılmak, hastalanmak ve yaşlanmak ve sonrasında kaçınılmaz yazgıyla gelen ölüm vardır, vs… Bir geçicilik ve yok oluş döngüsü her yerde. Gördüğümüz her taş, düğümlenmek istiyor bir şeylere bu açıdan bakıldığında, her düğüm taşlaşmak. Ve sonrasında yeniden tüm bu istençlerin boşa çıkarılışı… Ama iyi ki hayalen bizi tutsak alan esin var ve iyi ki bildiğimizi sandığımız şeylerin övüngen yetisiyle malulüz. İyi ki, her anlama gelebilen sözcükler var elimizde ve her seferinde bildiklerimizi yeniden öğreniyoruz. Şiir de, acizliğin cesaret zerk edilmiş istikrarı içinde tutuyor bazı anları, yaşananları veya yaşanamayıp başka zamanlara ertelenmiş olan ne varsa tümünü, hepsini, işte onları. Belki de düğüm atması zor, taştan bir anı kalsın diye geriye gevşemiş mevsimlerden. Ve ansızın bir itirafla birlikte, yaşamaya çalışırken burun buruna geldiğimiz yenilginin meşru bir çerçevelemeyle tahkim edilmiş kabulü: “Ben bir yolcuyum yolunu kendi yapmaya çalışan ve yolda tökezlemeyi erdem bilmiş…” Gerisi zaten hep yenilgi…
Şiirlerinizin dili hep bir acıyı, eksik kalmışlığı harmanlayan bir yapıya sahip. Şiirlerinizde yakaladığınız bu dilin sırrı nedir?
Açıkçası bu bir sır mı pek bilemiyorum, daha ziyade bir kabulleniş acının varlığını. Onun her yere, her şeye sinmişliğini. Acı çekebilme, ona katlanabilme yetisi, bir yandan da ölümcül bir bağış olarak yorumlanabilir belki. Neden bilmiyorum ama acının ve bir şeylere eksik kalmışlığın duyarlığı keskinleştiren bir yönü olduğunu düşünüyorum öteden beri. Duygusal bakımdan ve fikren zengin hayatları oluyor sözgelimi eksik yaşamışların; acı çekmişlerin herkesten daha kuşatıcı bir bilinçleri. Farkındalıkların düzeyini artıran bir gücü. Yoksunluğun, fazladan tamamlayıcı hamleler gerektiren iyilikleri var öte yandan; bir eksikliğin varlığının acıyla fark edilip kişiyi adanmışlığa varıncaya kadar çaba göstermeye odaklayan türlü ön hazırlıkları. Bizden esirgenmiş şeylerin boşluklarıyla kurmaktayız kendimizi diye düşünüyorum. Eksikliği duyulan, göz önünde olmayan şeyleri yaratmanın büyük kışkırtıcılığı! Bu nedenle ben teorik hissiyatçılığıyla övünen biriyim olsa olsa, deneyim alanı oluşturmak pratikten geçmeyi gerektirir çünkü. Bir de, yoksunluk hallerinin dili seslerin çok zengin bir gamını sunuyor şaire, yazara, belki de ondan. Hava boşluğunu neyle dolduracağını bilenler, sesi yokuşlara tırmandıran vaizler ve müezzinlerdir, bana göre hiçbir boşluk sözcüklerle doldurulamayacak kadar yoğun. Belki de sözü edilen gizem tam da bu; hep konuşan ama konuştuğu ölçüde ne dediği anlaşılmayan birisi olmak. Hep eksik kalan şeyler yüzünden az da olsa anlatabilmek umuduyla konuşmayı nafile bir inatla sürdürmek.
Kitabınızda Gezi Parkı direnişi sırasında öldürülen Berkin Elvan, Ali İsmail Korkmaz ve Abdullah Cömert için de şiirler var. Kaleminizi oynatırken zorlandınız mı?
Yukarıda söylediklerimden de anlaşılacağı üzere, şiirin kendisi zaten başlı başına bir dram bana göre. Bir de bunlara genç yaşta ölen insanların hoyratça hırpalanmış masumiyeti eklenince, ister istemez çarpılıyor kalemin ucu. Hiçbir şiir, kaldıramıyor ölümün acılığını. Ölüm, örgütlü bir nefretin adı oluyor o zaman, bu tür ölüme karşı duran şiir de direnişe ses veriyor. Yüceltilecek bir yanı yok bu tür bir ölümün. Kaldı ki, sıradan bir ölüm de değil bu, bir cinayet! Ve ifşa edilmesi gerekiyor, devletin ceberut şiddetinin cürmü bir kez daha taştan bir hüküm gibi kayıtlara geçsin diye. Ve hatırlansın diye en şedit zamanların en gevşek iklimlerinde bile: “Sesimizdeki bu oyuk herkesin kendi çukurundan yeniden dirilmesi için” çünkü; “Gölgesiz gözleriyle asfalta simsiyah çakılmak ve daha başka şeyler için…” (“Berkin”, s.59). Siyasal tarihimizin koyu karanlık bir evresinde “Kafasının içinde sadece gitmek istediği yönü görebilen bir güruhhhh!la” (“Ali İsmail Korkmaz”, s.61) ve dahi “Bilmedikleri için bilen insanlar”la (“Abdullah Cömert”, s.62) kuşatılmış olan ufkumuzun kaçınılmaz biçimde betimlenişini gerekli olan bir tanıklıktı bu. Sapanın ve bilyenin çocuksu oyunbozanlığını kaskatı bir yetişkin nefretiyle yâd eden zihniyetin taşlaşmış ve çarpık bilinciyle bir yüzleşme bir cenkleşme. Gidenlerin ardından sıkça karşılaşılan kanıksanmış bir eğilim olarak anlaşılmaması için şöyle dediğimi hatırlıyorum kendime: Şiirlerim birer mezar taşı olsun onuruyla gidenlere, hadım edilmiş seslerin gürültüsüyle dolacağına…
“Aşkın Ayrılığınsa” başlıklı numaralandırılmış bir dizi şiir var kitapta. Bunlardan yola çıkarak aşkı süreğen bir uyumsuzluk halinin duygusal tezahürü ve umuttan kopuş estetiği ya da olumsuzluk bilincinin ululanışı olarak tanımlayabilir miyiz genel olarak? Aşk neyi ifade ediyor şiirlerinizde? Ya da şöyle sorayım: “Kimsenin kimseye öğrettiği” bir şey olabilir mi hayatta?
Aşk bir olasılıktır her zaman, yaşamın birikmiş dogmatiğini akışkan ufuklara dönüştüren bir arzu. Ve evet, bir umutsuzluk estetiği öte yandan; insanın içinde, kendi sınırlarından ötede yeni bir zamansallık algısı yaratan güç. Dahası, bilinen bütün tahribattan daha büyük bir yıkımla kendini yücelten bir şefkat basamağı… Ama aynı zamanda arzu yıkımının ta kendisi… Bu yüzden de farklı türden anlama biçimi, her şeyi. Bünyede kimyevi bir tepkimeye yol açtığı için olumlu; yıkımda sürekli bir istikrarı gözettiği için negatif bir duygusallık sarmalı. İnsanın kendiyle buluşmasını çoğaltan yanı bazen; kimileyin “Afrika’sı uzun bir gece”, Cemal Süreya’nın dediği gibi. Devingen bir sürgünlük hali en çok da. İyi ki var, ikame ettiği daha başka anlamların çoğulluğuyla yüklü bir hal tercümanı olarak… Benim şiirlerimdeki karşılığı ise “duyguların zalimliği” gibi bir şey olmalı. Tıpkı gerçek yaşamımda olduğu gibi. Depresif bir inceliğin en şiddetli anlatımı, nereden baksam. Hayatta onun hükmetmediği hiçbir şey yok diye düşünmüşümdür hep. Aşk… Başkalarının özenilen hayatlarının bekleme odası olmamak için sorumluluğunu kendimizin üstlendiği bir hayali deneyimlemenin heveslenilmiş cehennemi… Bu yüzden de “kimsenin kimseye öğretemediği” ne varsa, hepsi aşk. Bilme ve görme biçimlerinde algılarını özgürleştiremeyen insanın ebedi bir gizeme olan ezeli tutsaklığı. Daha başka ne söyleyebilirim bilmiyorum. Özcesi, bende doğup yine bana dökülen bir sarı ırmak; en çok da kendine tutunmak, başkasındaki kendini bulmak, böyle de bir anlamı var Aşk’ın.
Güne Yağmurdan Başka Pencere Yok adlı şiirinizde öne çıkan bir imgeden hareketle sormak istiyorum: Bize “yağmurun penceresi”nden gördüğünüz manzarayı tarif eder misiniz kısaca?
Bir pencere nedir diye sormak gerek önce. Gökyüzünün uçsuz bucaksız güzelliğinin kapatılışı değilse nedir gözlere? Ya da nedir bir gökyüzü, çok eskiden yitirilmiş o koşulsuz doğallığın aranışı değilse? Sonsuzluk hissinin arandığı yerde başlıyor pencereden taşan görüntü. Ve içerideki manzara öyle hızlı ki, ancak yağmurun sesiyle yavaşlatılabiliyor…
“Altıok’lu Metin’seniz bir de taşrada şairseniz / Kapı artlarında zaten sizi bekleyen hiç kimse yok,” diyorsunuz Jaude Meydanı Şiirleri’nde. Güçlü bir yalnızlık teması seziliyor bu ve daha başka pek çok şiirinizde. Bunda sanırım uzun süredir taşrada yaşayan biri olmanızın da etkisi var. Yalnızlığın açılımları desem? Yalnızlık ve taşra?
Canetti İnsanın Taşrası isimli fragmanter denemesinde taşrayı varoluşsal bir topografyaya dönüştürür. Ona göre “taşra”, insanın kendi öz varlığıyla giriştiği son derecede kişisel hesaplaşmanın en acımasız sahnesi, bir ruhsal iklimdir. Acıtıcı kişiselliktir, taşra, her şeyden önce. Çünkü orada, her oluş normalden birkaç misli fazla duyumsanır ve duyumların gereğinden fazla keskinleşmesi bir cinnettir… Benim pek çok şiirimin de, öz olarak, kişisel yoğunluklar üzerine kurulu olduğu söylenebilir. Belki de kişiselliğin tekdüze tınısı, içrekliğin yoğunlaşmış meskeni olduğu için. Daha içeriden bir sesleniş olduğu için bu böyledir. Taşrayı bir ihmal edilmişlik, yoksunluk ya da kimsesizliğin imgesi gibi düşünmüyorum ama işin bir de coğrafi boyutu var. Hele bir de gereğinden fazla uzun kalınmış bir şehrin heves körelten manzarasında solgun düşmüşsen, “şehir bile senden çekip gitmişse”… Dayanılmaz bir durağanlıkla baştan çıkarıcı görüntülerin yokluğu daha da çekilmez gelir o zaman. Mevsimler bile önemsizleşir; gün ışığı yıl on iki ay eğik gelir ve ısıtmaz düştüğü hiçbir yüzeyi. Öyle.
Son olarak, fazladan ne söylemek istersiniz hayatın zahmetlerden doğmuş şiiri için?
Kendime yazıyorum her seferinde sanki, çünkü kendi imgeme içeriden ve dolaysız bakışın hazırlıksızlığının yarattığı ilgi her seferinde dehşet verici. Herkes birbirinin deminde biriken gizli bir tortu ve en iyi zamanlarımızı bile fark etmeden yaşıyoruz, hayatın zahmetten doğmuş şiiri dedikleri şey bu olmalı… (UŞ/HK)