Fotoğraf: Boğaziçi Dayanışması
2 Şubat 2021 Salı akşamı KRT kanalında Boğaziçi öğrencilerinin direnişini konu alan Şimdiki Zaman programını izledim. Aynı gece, anaakım medyada da Boğaziçi konusu tektipleşmiş tartışma programlarının demirbaşları haline gelen “fikir liderleri” tarafından Boğaziçi öğrencilerine söz verilmeden tartışılıyordu.
Oysa Fatih Portakal’ın Ece Temelkuran’la yaptığı ve yenice yayınlanan röportajda Temelkuran’ın da belirttiği üzere gazetecilikte bütün taraflara mikrofon uzatılması, “gerçeklerin” karşılıklı bir şekilde kontrol edilmesi gerekiyor[1]. Anaakım kanallarda bu tür bir mekanizma işlemediği için Şimdiki Zaman programı sadece yapılması gerekeni yaptığı halde farklıydı ve ilgi çekiciydi.
"Başıma bir şey gelmeyecekse"
KRT’nin Hisarönü’nden canlı yayın yaptığını evinden öğrenen bir öğrenci arkadaşımız fikirlerini belirtmek üzere yayın sırasında Barış Yarkadaş ve İsmail Saymaz’ın yanına gitti. Yarkadaş da Saymaz da gazeteci olduklarından hem konuk olarak çağırdıkları öğrenciye hem de kendi isteğiyle gelen öğrenciye seve seve mikrofon tuttu. Neticede öğrencilerin fikirlerini televizyon ekranlarından birinci ağızdan dinleme imkânımız oldu. Programa kendi isteğiyle dahil olan genç arkadaşımız mikrofonu eline aldığında “Belki ben bunları söylediğim için başıma bir şey gelecek. Belki bu programdan sonra evime dönerken beni de bir sivil alıp götürecek” diye bir cümleyle başladı ve sonra artık hepimizin bildiği isteklerini heyecanla yineledi.
Ben bu yazıda, “Boğaziçi öğrencileri ne istiyor, Boğaziçi öğrencileri haklı mı?” gibi soruların cevabını vermeyeceğim çünkü bu malumun ilanı olurdu. Ben bu yazıda bir devlet üniversitesinde çalışan bir öğretim görevlisi olarak öğrenci arkadaşlarıma manen destek olmak ve neden destek olduğumu anlatmak istiyorum. Ve maalesef, yazıma yukarıda sözünü ettiğim öğrenci arkadaşımın sahip olduğu endişelerle, evimde bir akşam KRT izlediğim için, bu mecraya yazı verdiğim için, İsmail Saymaz’ı takip ettiğim için, öğrenci arkadaşlarıma sempati duyduğum için, şunun için, bunun için başıma bir şey gelecek mi korkusuyla ve umarım gelmez ümidiyle başlıyorum.
Üniversite nedir?
Üniversiteleri sadece meslek kazanma, sektöre eleman yetiştirme yeri olarak görmek ülkemizde yaygın yapılan hatalardan biri. Evet, üniversitelerde belirli meslekleri öğrenmek için bir temel kazanabilirsiniz, ancak üniversiteler her şeyden önce öğrencilerin vizyon kazandığı, evrensel değerlere yakınlaştığı, toplumlara eleştirel gözle bakmayı öğrendiği yerlerdir.
Kelime kökeni itibariyle bile, üniversite özünde “evrensellik, bütünlük” fikrini barındırır (“University”)[2]. Üniversitelerde belli bir akademik başarının üzerinde insanları gördüğümüz için homojen bir topluluktan bahsettiğimiz düşünülebilir, ama aslında üniversiteler gereken akademik başarıyı sergilemek koşuluyla toplumun her kesiminden öğrenciye ve dolayısıyla onların fikirlerine ve hayatlarına açıktır.
Kampüste olmak
Bir üniversite öğrencisi kampüsün (apartmanın değil!) kapısından geçtiği andan itibaren yeni bir dünyaya girer. LGBTİ+’sıyla, muhafazakarıyla, milliyetçisiyle, solcusuyla, devrimcisiyle, ateistiyle, agnostiğiyle, zenginiyle, fakiriyle her türlü insanın bir arada yaşamayı öğrendiği, öğrenmek zorunda kaldığı bir dünya bu. Dolayısıyla, sadece kampüste karşılaştığı bu çok renklilik ve çok seslilik bile bir üniversite öğrencisinin hayatını zenginleştirir.
Benim üniversitelerim
Benim üniversite idealim hem bir öğrenci hem bir akademisyen olarak buydu: Vizyon kazanabileyim, evrensele açılabileyim, kendim gibi olmayanla kaynaşabileyim, demokratik yaşamın ilkelerini hayatıma yansıtabileyim, özgür olabileyim. Bu sebeple ekonomik olarak feraha ulaşabileceğim beyaz yakalı dünyasını bırakıp üniversiteye döndüm ve asla pişman olmadım.
Üniversiteye geri dönerken aklımda tek bir fikir vardı: “Bu ülkenin üniversiteleri benim hayata bakış açımı değiştirdi, ufkumu genişletti, bana eleştirme gücünü verdi ve şimdi sıra bende”. Bir tür borç ödeme duygusuyla geldim üniversiteye ve bu borcu öğrencilerime kariyerlerine uzanan yolda vizyon kazandırmaya çalışarak ödeyebileceğimi düşündüm hep. Kulağa idealist ve romantik geliyor, biliyorum ve ben ısrarla bu yolda yürüyorum.
Bu çerçevede, sosyal bilimler alanına dahil bir akademisyen olarak hangi derse girersem gireyim öğrencilerime eleştirel düşünme becerisi kazandırmak istiyorum. 21. yüzyıl becerileri içinde sıklıkla eleştirel düşünceden ve yaratıcılıktan bahsedilir. Benim öğrencilerime eleştirel düşünme gücünü kazandırmaktaki hedefim onları 21. yüzyıla hazırlamak falan değil. Öğrencilerimin sahip oldukları dijital becerilerle bu hazırlık sürecini benden daha iyi yönetebileceklerini görüyorum.
Eleştirel düşünce gerek
Derslerimde öğrenci arkadaşlarımızı kullandığımız ders materyaline eleştirel bir gözle bakmaya teşvik ederken hem akademik hem insani amaçlarım var: Gördükleriyle veya okuduklarıyla yetinmemeleri, öğrenmeye ve araştırmaya devam etmeleri, farklı bakış açıları geliştirebilmeleri, farklı düşüncelerin arka planını değerlendirebilmeleri, kendilerini bulmaları, kendileri gibi olmayanlarla barışık olmaları. Okuma derslerinde öğrencilerime sürekli belli bir temada ne düşündüklerini ve neden öyle düşündüklerini soruyorum, onlardan beni ve birbirlerini eleştirmelerini istiyorum.
Çünkü biliyorum ki ancak böyle bir düşünce zinciriyle farklı bakış açılarına saygıyı öğrenecekler, kendi fikirlerini oturtacaklar, çalışmak istedikleri alanları belirleyecekler. Çünkü biliyorum ki ancak bu şekilde, marjinalize edilmiş arkadaşlarını onlar da marjinalize etmeyecekler. Çünkü biliyorum ki ancak bu şekilde, her bir insanın arkasında bir hikâye olduğunu bilerek linç kültürüne dahil olmayacaklar. Çünkü biliyorum ki ancak bu şekilde, toplumlar barışa ve huzura kavuşacak. Bir hoca olarak bunu ne kadar başardığım, başarıp başaramadığım tabi ki öğrencilerimin tartışmasına açık.
Boğaziçi protestoları
Bu bağlamda, Boğaziçi olayları başladığı zaman açıkçası heyecanlanmıştım. Hem üniversiteli olma duygusunun perçinlendiği hem de üniversitelerde desteklenmesi gereken eleştirel düşüncenin vücut bulduğu bir eylem bu, bana göre. Öğrencilerin kendilerini ait hissettikleri ve belli ki parçası olmaktan son derece büyük bir gurur duydukları bir kuruma yapılan bir atama hakkında fikir beyan etmeleri bana son derece doğal ve hatta arzu edilir geliyor.
Öğrencilerin rektör atamalarında şu an ülkemizde yasal olarak kabul edilen yöntemi eleştirmesinde ne hata olabilir ki? Seçim istemelerinden, “Öyle olmasın böyle olsun” demelerinden nasıl bir terör doğabilir ki? Bence bu öğrenciler sussa, ilgilenmese, işte o zaman bu ülkenin yarınları için endişe etmeliyiz. Kendilerini ilgilendiren bir konuda (ve başka konularda) eleştirel tavır sergilememeleri bizi üzmeli. Dolayısıyla, öğrencilerime eleştirel düşünmenin kıymetini dilim döndüğünce anlatmaya çalışan bir kişi olarak bu konu üzerinden yaşanan çekişmeyi üzüntüyle izliyorum.
Öğrencilerle barışık olalım
Eleştiren, itiraz eden, alternatif sunan bu öğrencilere “terörist” veya “provokatör” damgası vurmak bana çok acımasızca ve üniversite ruhuna aykırı geliyor. Gençlerimizi küstürmeye ne hakkımız var? Boğaziçi’ne girmek için senelerce dirsek çürüten bu öğrencileri elinde silahla, bombayla kim hayal edebiliyor? Bu öğrencileri başımıza taç edeceğimize “devletin düşmanı” ilan etmek benim içimi çok acıtıyor. Boğaziçi’nde eleştirel düşünme refleksi gösteren arkadaşlarımın yanındayım.
Eğer başıma bir şey gelmeyecekse (!), bu ülkenin geleceği için, gençlerimizi bu ülkeden kaçırmamak için, “Sakinleşelim, büyük resme bakalım, konuyu Melih Bulu’nun veya kendisinin atamasını gerçekleştiren Cumhurbaşkanı’nın şahsına yapılan bir itiraz olarak değerlendirmektense eleştiri kültürünün filizlenmesi ve üniversiteli olma ruhunun canlanması bağlamında ele alalım ve lütfen öğrencilerimizle barışalım” derim.
(NÖ)