Michel Legrand' ın anısına...
Yüksek dağların arasında yeşil mi yeşil bir vadiydi. Suyu bol, havası tertemiz, karlı zirvelerle süslü manzarası olağanüstüydü. Bereketli topraklarında tarım yapılıyor, her bir ailenin belirli sayıdaki hayvanıyla zengin coğrafyada köylü geçinip gidiyordu.
Daha fazlasına tamah etmeyen ahali birbirinden yardımı esirgemediği gibi gerektiğinde imece usulü çalışıyordu. Gayet sağlıklı ve mutluydular, yeri geldiğinde iskambil oynuyor, içki âlemleri yapıyor, kısacası keyiflerine kadınlı erkekli bakmayı da iyi biliyorlardı.
Fakat Benito Mussolini liderliğindeki Faşizmin kapılarını çalması gecikmedi, ne de olsa Güney Tirol coğrafyasında Almanca konuşan ahali çoğunluktaydı. Almanca eğitime son verildi, yer ve mıntıka adları İtalyanlaştırıldı, hatta bölgeye Tirol denmesi bile yasaklandı.
Artık okullarda sadece İtalyanca eğitim verilecekti.
Yüksek cezalar öngörülmesine rağmen köylüler dillerinin unutulmaması için çocuklara gizlice Almanca öğretmeye devam ettiler tabii ki.
Derken 1939 yılında Mussolini ile Hitler arasında imzalanan Güney Tirol anlaşmasına istinaden ya Almanya'ya ait diyarlara göç etmeye veya İtalya'da kalıp asimile olmaya zorlandılar.
İnsanlar kimliklerini korumak istedikleri kadar cennet gibi memleketlerini de terketmek istemiyordu. Böyle bir anda birlik olunması şarttı, fakat propaganda o kadar etkiliydi ki, aile fertleri arasında bile ihtilaflar doğdu. Kalmak isteyenlerle alay edildi; kaypaklıkla suçlandılar, aşağılandılar
Faşizmin acımasızlıkları bununla da bitmiyordu: diktatörlüğün kendisine sağladığı sınırsız velayetle Mussolini Güney Tirol'de serbestçe hidroelektrik santralleri kurmaya başladı.
1939 yılında Montecatini şirketinin Venosta vadisinde başlattığı baraj çalışmalarının boyutu başta tahmin edilemeyip küçümsendiğinden gerekli direniş örgütlenemedi. II.Dünya Savaşı ve Montecatini'nin içine düştüğü ekonomik zorluklar yüzünden inşaat epeyce gecikse de 1950'de Graun (Curon) ve Reschen (Resia) köyleri, ahalinin gözü önünde sular altında kalıverdi.
Geleneksel belgesel dili
Yönetmenliğini ve yapımcılığını Georg Lembergh'in üstlendiği Batık Köy (Das Versunkene Dorf/Il Paese Sommerso/The Sunken Village) adlı belgesel bu acıklı hikâyeyi çocukken durumu birebir yaşamış insanlar aracılığıyla aktarıyor. Köylerdeki eski yaşamı bize ayrıntılarıyla yansıtan nefis siyah-beyaz fotoğraflar yıkım sürecinin teferruatlarına vâkıf olmamızı da sağlıyor.
Filmin dünya prömiyeri Venosta Vadisinin de bulunduğu, İtalya'nın özerk bölgelerinden Bolzano - Alto Adige'nin başkentindeki Bolzano Film Festivali sırasında gerçekleşmişti. Akabinde Faşizmle hesaplaşmasını bir türlü bitiremeyen İtalya'da her şeye rağmen belgesel genel gösterime sokuldu; sürükleyici seyirlik Avusturya'nın Kitzbuehel Film Festivalinde yer aldıktan sonra Almanya'da ve İsviçre'nin Almanca konuşulan bölümünde de seyirciyle buluştu.
Minimalist tınılarıyla seyirciye film boyunca eşlik eden müzisyen Marco Annau'nun dokunuşları filmin dramatik olduğu kadar hiciv tonunu da belirliyor.
Her biri kendine has bir evrenin temsilcisi sevimli kahramanlarımız lehçelerini, kültürlerini ve yitirilmekte olan geleneksel köy yaşantısını layıkıyla temsil edip seyirciyi adeta hipnotize ediyor. Ya çocukluğunda kendisine zorla ezberletilmiş İtalya Ulusal Faşist Partisi'nin marşı Giovinezza'yı Alman şivesiyle söylerken kahkahalarını tutamayan tonton yaşlıya ne demeli?
Lanetlenmiş coğrafya
Projeye gönülden bağlıymış gibi görünen sinemacı Lembergh belgeselinin senaryosunu Hansjörg Stecher'in aynı adlı kitabına dayandırmış ve ortaya tatlı nüanslarla bezenmiş, şurup gibi bir eser çıkarmış.
Venosta vadisinin makûs talihi köylerin sular altında kalmasıyla sınırlı değil ne yazık ki. Ahalinin yüzde yetmişinin mıntıkayı terk etmesi yetmediği gibi baraj sularının yazın çekilmesi ve baraj yatağının kuruması, zaten rüzgârlı olan coğrafyanın sık sık toza teslim olmasına yol açmış.
Dolayısıyla geçim kaynaklarının çoğunu yitirmiş halkın turizmden de yararlanması imkânsızlaşmış çünkü Venosta, içinden hızla geçilip uzaklaşılması gereken lanetli bir vadiye dönüşmüş. Yıllar içinde bu probleme baraj gölü yatağında belirli bir miktardaki suyu daima tutarak çare bulunmuş olsa da, arazi sahiplerinin baraj kaynaklı haklarından istifade edebilmeleri on yıllar almış.
Roma'nın bürokrasisi yetmezmiş gibi köy belediyesi temsilcileri Bolzano - Alto Adige bölgesinin yöneticileriyle de epeyce cebelleşmiş.
Suyun yükselmesinden kaynaklanan bir trafik kazasında bir otobüs dolusu insanın gölde boğulması da sözkonusu laneti tescilleyen bir hadise sayılmaz mı?
Filmin yapım aşamasında kameraya konuşmak isteyenlerin yanında o günleri anmayı göze alamayanlar da olmuş. Karanlık mazi hakkında konuştuğu zaman günlerce uykusunun kaçtığını belirtenler bile var.
Diktatörlük sırasında başkaldırmanın ne kadar zor olduğundan, otoritenin karşılarına daima kendilerinden çok daha kalabalık güvenlik güçleri ekipleriyle çıkışına kadar, çeşitli detaylar dünyadaki benzer dinamikleri anımsatıyor.
Gidecek yer bulamayanlara Montecatini şirketi tarafından tahsis edilmiş barakaların insanlar ve bilhassa hayvanları için ne kadar yetersiz olduğu da unutulmamış. Kamulaştırma adına toprak ve evleri ellerinden alınanlara verilen tazminatın gülünç seviyesi veya baraj inşaatı çalışmalarının yeri geldiğinde tabakhaneye bok yetiştirircesine yapıldığı da bildik tafsilattan.
Yurt bellediğimiz...
Resia baraj gölünün suları yükselmeye başladığında Graun köyünün yıkımına dair ilk somut işaret köy ahalisinin mezarlarını taşımalarına dair emir olmuştu. Olayı hatırlayanların dilinden anlatılmış acılı sürecin sonrasında köyün kilisesi sağlam yapısı yüzünden defalarca dinamitlenmiş, zor yıkılmıştı.
Fakat ana binaya göre çok daha eski olup Romanesk tarzı temsil eden çan kulesinin yıkılmamasına dair karar kesindi. İşte tam da bu kule, insanların fotoğraflarında arkalarına manzara olarak seçtikleri bir dekor haline dönüştü ve gölün dünya çapında tanınmasına imkân sağladı.
Mıntıkanın yüksek rakımlı en büyük gölü gibi megalomanilere de hizmet eden gölle ilgili siyah beyaz arşiv filmlerinde bir zamanlar yelken yarışmaları yapılmış olduğunu görüyoruz.
Günümüzde göl kayt sörf merkezi haline geldiği gibi etrafında gerçekleşen kalabalık bir koşuya da evsahipliği yapıyor. Fakat belgeselde köylerini yurt (yoksa vatan mı demeli?) olarak benimseyip başlarına gelenleri asla hazmedemeyenlerin üzerinden Heimat olgusu ve onu kaybetmenin ağırlığı gözler önüne seriliyor. Etkileri nesilden nesle aktarılabilen bu travmatik hadiseyi yaşayanların koşu veya sörf gibi atraksiyonlarla mazinin unutturulmasına, kapitalist sistemdeki her şey gibi vadilerinin de bir tüketim aracına dönüştürülmesine tahammülleri pek yok.
Graun ve Reschen'in sürgün sakinleri 10 senede bir toplanıp anılarını tazeliyor. Toplantılara yaşlılar kadar mevzuya ve geleceğe daha yumuşak bakan yeni neslin temsilcileri de katılıyor. Belgeselde 2010 yılında, felaketin 60. yıldönümünde gerçekleşmiş nispeten kalabalık zirveden neşeli, içkili, müzikli kadrajlar var.
Çizmenin içişleri bakanı Matteo Salvini'nin başını çektiği Neo-faşist akım İtalya'da milliyetçi etkisini günden güne artırmakta. Buna rağmen acaba Halfetililer, hatta Hasankeyfliler Venosta vadisinin sürgün edilmiş ahalisiyle bağlantıya geçip tecrübelerini paylaşmayı düşünmezler mi? Aslında bir sualtı kardeşliğine istinaden belki 2020 yılındaki kutlamaya katkıları bile olur... (RL/PT)