Gün geçmiyor ki İtalyancaya İngilizceden yeni bir kelime dahil edilmesin. Kendi dillerinde karşılığı olmasına rağmen Amerikan kültürüne özenmekten mevzubahis kelime ve deyimleri metinlerine ekleyen İtalyan politikacı, işadamı veya gazeteciler telaffuza sıra geldiğinde ise ana dillerinin aksanını arsızca teşhir ederlerken taşralılıklarını da dışa vuruyorlar.
2008 yılında Il Divo gibi İtalyan sinemasının son zamanlarda çıkardığı ender başyapıtlardan birine imza atan Paolo Sorrentino'nun İngilizce çektiği son eserinin başına gelenler de bu durumun daniskası.
Faşist dönemden kalan bir refleksle sinemalarda oynayan filmlerin hâlâ İtalyanca dublajla seyirciye sunuluyor olması yüzünden, her ne kadar eser İtalya'da İngilizce adı This Must Be The Place'le oynamış olsa da, The Cure'un solisti Robert Smith'ten esinlenen Cheyenne rolündeki Sean Penn'i İtalyanca konuşurken izlemek zorunda kaldım. İnandırıcılığı zaten tartışılabilecek, eşcinsel olmadığı halde efemine tavırlar sergileyen zorlu karaktere bürünmeye çalışan dublajcı sesini inceltmeye çabaladıkça beni filme konsantre olmaktan men etti.
Mussolini devrinin büyük sinema yıldızı, neredeyse mükemmel İtalyanca konuşan İstanbul doğumlu Osvaldo Valenti de yüklendiği maço rollerin hakkını veremeyen ince sesi yüzünden dublajın kurbanı olmuştu, Rum-Arnavut-İtalyan karışımı levantenin akabinde başına gelenler tabii ki çok daha hazindi.
Neyse, aşağılık kompleksi çeken birçok ülkede olduğu gibi, yurtdışında ve özellikle İngiltere ve ABD'de çekilmiş olması İtalya'da milli gurur vesilesi sayılan This Must Be The Place'de Sean Penn'e yazık olmuş. Madonna'yla evliyken millî damat vazifesi gören aktörün adı, örnekleri bolca görülen yabancı dizi karakterlerinin isimleriyle vaftiz edilen İtalyan çocukları silsilesine epey katkıda bulunmadı değil tabii. Frances McDormand gibi Coen Kardeşler'in Fargo filmiyle Oscar ödülü kazanan bir oyuncunun da harcandığına inandığım eseri izlerken, çizmenin dışında geçmesine rağmen senaryo İtalyanların elinde çıkma olduğundan, salondaki İtalyan seyirciler kolaylıkla öngörülebilir esprilere düğmeye basılmış gibi topluca güldükçe, bir milletin klişelerine hapsolmasının ne kadar hazin olduğunu bir kez daha farkettim.
Neyse ki David Byrne'ün damgasını taşıyan filmin zımba gibi müzikleri Iggy Pop, sahne adı Bonnie Prince Billy olan Will Oldham, Arvo Part, hatta Mantovani Orkestrası'nın çaldığı Charmaine ile fazlasıyla zenginleştirilmiş. Bir zamanlar Ferzan Özpetek'in bolca kazandığı memleketin millî ödülleri David di Donatello'larla da donatılmış olan filmin Türkçe adı Olmak İstediğim Yer.
İKSV'nin düzenlediği geçen Filmekimi'nde gösterilen filmin sonunda, yoğun kariyerinden yorgun düşmüş başkahramanımızı babasını öldüren Nazi suçlusunu aramak üzere giriştiği zorlu yolculuktan sonra kendi kendisiyle adeta yeniden tanışmış ve barışmış, huzur içinde yuvasına dönerken görürüz.
İtalya'da bilimin tıkandığı an
Her ne kadar AB'nin kuzey kesimindeki ülkeler tarafından çok ciddiye alınmasa da mantığa dayalı Batı medeniyetinin temsilcilerinden sayılan İtalya'nın da gerçeklerle yüz yüze gelmesi gerekiyor sanırım.
Geçenlerde Türkiye'yle ilgili bir kitabın tanıtımına katılan değerli bir İtalyan tarihçi, Kürtler ve Aleviler kastediliyor olmasına rağmen Türkiye'deki azınlık sorununu değme politikacılara taş çıkartırcasına Lozan'da hakları belirlenen (!) Rum, Yahudi ve Ermenilere indirgeyebildi ve konunun pek bir ağırlığının kalmadığını pişkince belirtti.
Zaman yetersizliğinden Hrant Dink cinayeti davası, Hocalı olaylarıyla ilgili anma faaliyetleri veya Sevag olayı kendisine hatırlatılamayan profesör konuşmasının sonunda memlekette yapılan demokratik atılımlara örnek olarak Taksim'deki 1 Mayıs kutlamaları bilgi ve görüntülerine internet aracılığıyla ulaşmamızı tavsiye etti. Somut delillere dayandırılabilir gerçeklerin peşindeki bilim insanına Türkiye'den İngilizce yayın yapan medya organlarına, yalnız ehlileştirilmiş faaliyetler için değil, hapisteki Kürt belediye başkanları, gazetecileri veya milletvekilleri, Roboski katliamı, faili meçhuller veya askerlik sırasında ölen Kürtler için bizzat bakması salık verilebilir.
Kısa bir süre öncesine kadar Türkiye'nin AB'ye girebilmesi için insan hakları, polis işkencesi, ifade özgürlüğü konulu baskıları bir tarafa bırakıp, Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) sayesinde demokratik haklarına tamamıyla kavuşmuş Kürtlerin T.C.'deki meselelerinin çözümlenmiş olduğuna inananlar veya Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde NATO üyesi Türkiye'nin birinciliği kimseye kaptırmayışına anlam veremeyenler de aynı kefeye konulabilir.
Tabii suçu biraz da iktidarlarını günbegün kaybettiğini hisseden Avrupalıların hayranlıkla özdeşleştikleri Tayyip Erdoğan'ın icraatlarını objektif biçimde dünyaya gereğince duyuramayan muhaliflerinde aramak gerekiyor diye düşünüyorum.
Batı medyasına yeterince yansımayan olayların herkesçe bilinmesi için eskiden engel teşkil eden sansür, şu andaki hükümetin hoşgörüsü gözönünde bulundurulursa, internet ve sunduğu somut kanıtlar sayesinde o kadar da başarılı olamıyor ne de olsa.
Türkiye Fenomeni
Ankara - İstanbul örneğinde olduğu gibi her ne kadar Roma İtalya'nın siyasi başkentliğini yapsa da Milano memleketin lokomotif şehri olmaya devam ediyor.
12 Haziran 2012'de Milano, Via Tommaso Grossi 7 adresindeki UniCredit "Conference Hall"da saat 15.00 ile 18.30 arasında yapılacağı açıklanan "Türkiye: Avrupa ve Akdeniz'e ekonomik entegrasyon" adlı konferansa, yapılan geniş çaplı promosyon sayesinde katılım yüksek olacak gibi görünüyor.
Her ne kadar tanıtım yazısında, Türkiye'ye yönelik ilgi gittikçe artmasına rağmen ülkenin yeni yüzü konusunda İtalya'da yüzeysel bilgilere sahip olunduğu itiraf edilse de (eski yüzünü bilene aşk olsun!), toplantıya katılacak konuşmacıların listesine göz atıldığında taraflı bir bakışın salondakileri hipnotize edebilme ihtimali yüksek görünüyor:
Türkiye'nin Roma Büyükelçisi Hakkı Akil, Kale Grubu'nun yönetim kurulu ve Türk - İtalyan İş Konseyi'nin başkanı, İstanbul İtalyan Lisesi mezunu Zeynep Bodur Okyay, AKP'li akademisyen siyasetçi Zeynep Karahan Uslu, TÜSİAD Fahri Başkanı ve Organik Holding A.Ş.'nin patronu, İstanbul'un son parlak levantenlerinden Aldo Kaslowski, Avrupa Türk İş Dünyası Konfederasyonu (UNITEE) Başkanı Adem Kumcu, Türkiye-Mısır İş Konseyi Başkanı Zuhal Mansfield, İtalya Dışişleri Bakanlığı namına Ankara'da uzun yıllar büyükelçilik yapmış olan, "Türkiye Fenomeni" projesinin bilimsel koordinatörü Carlo Marsili, Hürriyet gazetesinden Murat Yetkin, Ermenegildo Zegna Grubu'nun başkanı Paolo Zegna, UniCredit Genel Başkanı Roberto Nicastro ve daha birçok muhterem sima...
CIPMO, UniCredit, Avrupa Komisyonu Milano Temsilciliği ve Promos - Milano Ticaret Odasının düzenlediği toplantıya İtalyan basınından ülkenin en çok satan ekonomi gazetesi Sole 24 Ore'den Alberto Negri'nin katılması, konferansın Türkiye'nin iktisadi süksesini övmeye endeksli olduğunu hissettiriyor.
Mevzubahis başarının faturasını ödeyenlerden bahsedilmeyeceğine dair mutlak inancımı bir yana bırakırsak, ülkedeki demokratik atılımların methedileceği kesin gibi görünen konferans, birilerinin ekmeğine yağ sürmeye ve konuşmacıların egosunu tatmine yönelik laf ebeliğinden öteye geçemeyen palyaçoluk kıvamındaki icraattan biri daha mı acaba? Yoksa İtalya'da akıl, mantık ve sağduyunun ekonomik hırslar karşısındaki zaferini ilan etmesine yarayacak girişimlerin bu derecede sansasyonel olmasını beklemek abes mi?
Tüketim toplumunun köleleri oldukları yetmezmiş gibi, hayatlarını kuşatan uygulanması imkânsız kurallar silsilesine uymamak için zaten binbir türlü cambazlıkla cebelleşen Pinokyo'nun memleketlileri, imaj medeniyetine indirgenmiş ülkelerinde narsizmden bir adım öteyi göremeyip tüm evreni kendi filtrelerinden sızdığı kadarıyla yargılamaya devam mı edecekler, yoksa günün birinde Katolik vicdanlarından geriye bir şeyler kalırsa, işlerine gelmeyen gerçeklerle de yüzleşip dublajsız-altyazılı bir dünyaya Ceneviz ve Venedikliler gibi tekrar açılabilecekler mi, bunu zaman gösterecek. (MT/YY)