"Cadıların, aynı işlerle meşgul olan erkeklerden sayıca daha fazla olması, kadın doğasının abartılı bir dışavurumu olan histerinin kadınlarda daha sık rastlanmasındandır".
Le Scandalose (Skandal Kadınlar) veya İngilizce adıyla Women in Crime (Suçlu Kadınlar) adlı 2016 İtalya yapımı belgesel bu cümleyle açılıyor.
"Kadın hayat mücadelesindeki en ufak çatışmayı nefrete dönüştürür, nefreti de suça" demiş İtalya'daki kriminoloji çalışmalarının babası sayılan Cesare Lombroso. 1835 ile 1909 yılları arasında yaşamış, pozitivist kriminoloji okulunun kurucusu Lombroso'nun fikirleri çoktan aşılmış olsa da, yönetmen Gianfranco Giagni konuya elinden geldiği kadar mesafeli yaklaşıyor. Faşist dönemde çekilmiş arşiv görüntüleriyle başlayan 54 dakikalık belgesel, birkaç vaka üzerinden İtalya'nın sosyal dokusu ve 1940 ile 1970'li yıllar arasında toplumun maruz kaldığı değişimler üzerinden bir analiz yürütüyor; mümkün olduğunca kimseyi yargılamamaya çalıştığı kesin. Amaçlarından biri de kadınları şuç işlemeye iten nedenleri kurcalamak.
Senaryonun iki kadın, Patrizia Pistagnesi ve Silvana Mazzocchi tarafından yazılmış olması, açıklamalara ihtiyaç duymayan filme daha dikkatli yaklaşmamız için ekstra bir sebep.
Skandal kadın?
Mussolini'nin faşist rejimi kadınları kendi amaçları doğrultusunda yüceltiyor gibi görünse de onlara biçtiği roller gayet belirli ve kısıtlıydı. Yaratılmak istenen cilalı imajda kadınların işlediği suçlar da "toplumun çürümüşlüğü"nü gizlemek için mümkün olduğunca kamufle edilmeye ve unutturulmaya çalışılmış.
İkinci Dünya Savaşı sonrası sefaletle mücadele eden İtalya'nın sanayileşmeye giden yolda ödediği bedelin büyük bir kısmının kadınlar tarafından ödendiği de biliniyor.
İşte bu çerçevede ülkenin günbegün çirkefleşen medyası da devreye giriyor, Caterina Fort, Pia Bellentani veya Pupetta Maresca gibi, ünü tüm ülkeye yayılan suçlu kadınların vakalarını incelemeye başlıyoruz.
Suçlu kadınlardan bir tanesinin epilepsi hastası olduğu için çocukluğundan beri ailesi tarafından istenmediğini, kötü muameleye tabi tutulduğunu, iki kere intihara teşebbüs ettiğini öğreniyoruz. Takıntılı aşk, kıskançlık veya aldatma gibi sebeplerle cinayet işleyenler olduğu gibi şizofreni gibi hastalıkların suça yönelimi arttırdığına dair genel kanı da filmde teşhir ediliyor. Filmde tanıdığımız çoğu kadın suçlu, ruh hastası ilan edilenlerin hapsedildiği kurumlarda yıllarını ağır şartlarda geçirmek durumunda kalıyor.
Bu arada korku kültürü fetişizme dönüştürülüyor, gazete, ajans veya televizyon haberlerinde "vahşi cinayet"ler ahlaksızca afişe edilip sömürülüyor. Üstelik bu durum İtalya toplumunun teatral doğasının tezahürü biçiminde, en abartılı ve ağdalı biçimde yansıtılıp normalleştiriliyor ve bir halk kültürü haline getiriliyor.
"Suçunu soğukkanlılıkla itiraf eden kadın" veya "Öldürdüğü kişinin cesediyle sabun yapan kadın" medyada prim yaparken, suçluyu linç etmeye hazır güruhlar nefretle besleniyor.
Oy verme dahil, birçok hakka sahip olan kadının her alanda rolü arttıkça ahlakçılık, muhafazakârlık ve dine bağlılık ön plana çıkarılarak toplumun, önüne geçilemeyecek şekilde değişen yüzüne set vurulmaya çalışılıyor. Mesela ismi ünlü şarkıcı Patty Pravo ile özdeşleşmiş, gençlerin uğrak yeri Roma'daki Piper adlı eğlence mekânına günah yuvası yaftası yapıştırılıyor.
İtalya'daki derin devlet Gladio'nun memleketi korku sarmalına sürüklediği yıllarda şiddet yalnız siyasi arenada değil, toplumun özel yaşamında da tırmanıyor.
Taşradan büyük merkezlere göç etmek zorunda kalmış olup, çarpık kentleşme sonucunda ortaya çıkan kenar mahallelere saplanmış kesimler, ekonomik olarak kendilerini başarısız hissetikleri gibi mutluluk konusunda da beklentilerinin çok altında bir yaşama talim etme durumunda kalıyorlar.
Bir kabus mu?
Yönetmen Gianfranco Giagni, İtalya yakın tarihinin onca olayını bize akademik bir dil yerine neredeyse onirik* bir tavırla aktarıyor. Gayet hareketli bir montajda, çoğu siyah beyaz görüntüde sonu gelmeyen dağınık bir reklam filmi veya upuzun bir video klip izliyor gibiyiz.
Suçlu kadınları seslendirenlerin eşliğinde karanlık bir dünyaya dalarken alışkın olduğumuz neşeli İtalya'dan çok farklı bir manzarayla karşı karşıyayız.
Filmin belli başlı kahramanlarının hikayelerine parça parça vakıf olurken, ülkenin geçirdiği değişimlerin bir kolajıyla varılan noktayı sorgular hale geliyoruz.
Yıllar önce doktor Basaglia tarafından Trieste'de başlatılan ruh sağlığı devrimine direnen baskıcı sistemin tehdidini de filmde hissetmek mümkün. İtalya'nın kapatılan tımarhanelerinin icraatı hala unutulmamışken, açık tutulduğu yüksek sesle ifade edilemeyen, ruh hastalığından muzdarip suç işlemiş kişilerin tutulduğu merkezlerin ve uygulamalarının meşruluğu ile ilgili tartışma hala sürüyor ne de olsa.
Tecrübeli sinemacı Giagni bizi boş hapishane, tımarhane ve benzeri binanın koridorlarında sık sık dolaştırmakla kalmıyor, parmaklıklarla kuşatılmış hücrelerin kapı ve pencere görüntüleriyle de bizi klostrofobiye sevk ediyor.
Yönetmenin esas iddiası "skandal kadınları" incelemek olsa da, filmin sonunda kapsamı çok geniş olmamakla birlikte çok daha genel bir İtalya görüntüsüne sahip oluyoruz, meraklılarına tavsiye edilir. (MT/EA)
* Psikiyatri'de uyanıkken rüya benzeri deneyim ya da halusinasyonların gerçekleştiği bir bilinç anomalisi.