2007 yılında Erasmus programı için İsveç'e ilk gittiğimde Uppsala'da karşılaştığım ilk görüntülerden biri dondurucu hava altında küçük çaplı bir ırkçılık karşıtı gösteriydi. Birkaç hafta sonra Stockholm'e ilk ziyaretimde de ilk gördüğüm manzara yine benzer bir dondurucu soğukta ırkçılık karşıtı gösteri oldu. O zamana kadar basından takip ettiğim ve sunulan bilgilerden öğrendiğim kadarıyla dünyanın refah seviyesi en yüksek, tahammül seviyelerinde rekor denebilecek raddeye ulaşmış bu toplumunda ırkçılığa dair ne tür bir sorun olabilir diye düşündüğümü hatırlıyorum. Şahsen karşılaştığım ırkçılık kaynaklı olayları bir kenara bırakırsak, aslında İsveç de ırkçılık, ayrımcılık ve nefret suçları bakımından bu dünyanın bir parçası ve benzer toplumsal sorunlar çok fazla gündeme gelmese de orada da gerçekleşiyor.
Uzun yıllar birçok anket, araştırma ve algı açısından dünyanın en yaşanılası memleketlerinden biri olarak görülen İsveç, son zamanlarda yükselen ırkçı eğilimler ve saldırılarla dünya gündemine gelmeye başladı. Noel ve yeni yıl haftasında art arda meydana gelen üç cami saldırısı ile dünya gündeminde yerini edinen bu eğilimin kökenleri aslında çok daha derinlerde yer alıyor. Toplumsal bütünleşme ve ayrımcılığın birbiriyle çekişme halinde gibi göründüğü ülkede son zamanlarda bütünleşme karşıtları daha hızlı yükseliyor gibi görünüyor.
1965 yılında Sosyal Demokrat başbakan Tage Erlander “Biz İsveç'te sonsuz derece şanslı yaşıyoruz, homojen bir topluma sahibiz, yalnızca ırksal olarak değil fakat birçok açıdan” açıklamasında bulunmuştu. Onlarca yıl Sosyal Demokrat Parti iktidarı süresince İsveç'te, devletin mültecilere açık kapı politikasına karşın sağ partilerin destekçileri artan “yabancı” nüfusundan rahatsızlıklarını dile getirirken hükümetteki kişilere yönelik nefrete vardırmış, daha sonra 1986 yılında evine giderken kurşunlanarak öldürülecek olan Olof Palme'nin kuklalarını siyasi mitinglerinde yakmaya ve asmaya kadar vardırmışlardı.
Kuzeyde ırkçı siyaset
İlk olarak 1926 yılında “Cephe” adıyla kurulan baskıcı ve aşırı sağ bir örgütle İsveç toplumunda yer edinmeye başlayan aşırı sağ, daha sonra 1933 yılında “İsveç Sosyalist Birlik” adında bir partiyle seçimlerde boy göstermeye başladı. Her ne kadar varlık göstermiş olsa da, aşırı sağ o yıllar için en büyük çıkışını 1936 yılında oyların yüzde 2'sini alarak gerçekleştirmiş ve demokrasiye bir tehdit olarak görülmemişti.
Birkaç ay önce seçim kaybederek son sekiz yıllık hükümet vazifesi sona eren ve “Ilımlılar” olarak da bilinen merkez sağ Moderaterna partisinin kökenleri de, 1930'lardaki Genel Seçim Dayanışması adlı aşırı sağ örgüte bağlıydı. Bugün halen Ilımlıların bir kısmının aşırı sağ oluşumlara sempati duyduğu dile getirilse de, açık bir şekilde kendisini göçmen karşıtı ya da aşırı sağ olarak tanımlayan bir vekilleri bulunmuyor.
2010 yılında yüzde 6'ya yakın oy alarak 349 sandalyeli mecliste 20 sandalye alarak girmeye hak kazanan ve meclis içinde kilit konumda bulunabilecek bir aşırı sağ parti olan Sverige Demokraterna / İsveç Demokratları (SD) İsveç siyasetinde yeni bir hareketlilik kaynağı olarak öne çıktı. Seçimin hemen ardından ülkedeki ırkçılık karşıtları yürüyüşler düzenleyerek SD'nin meclise girmesini engelleyeceklerini, buna izin vermeyeceklerini bildiriyorlardı. Duruşu ve görüşü her ne olursa olsun demokratik sistemin bir parçası olarak seçimlerde yeter oy alıp meclise girmiş bir partinin vazifesini üstlenmesini engellemeye çalışan ırkçılık karşıtlarının eylemleri ülke içinde sessiz bir tepki toplayarak birkaç ay sonra aşırı sağa duyulan sempatiyi yeniden artırmıştı.
Yıllar içinde birçok karmaşık konuda tartışmalı ifadelerde bulunan SD vekilleri, içine düştükleri şaşkınlık uyandırıcı utandırıcı durumlarla gündeme sık sık gelir oldular; fakat beklenilenin aksine bu olaylar onlara olan desteğin azalması bir yana tam aksine artmasına neden oldu. Sık sık ırkçı ve ayrımcı söylemleri dile getiren SD üyeleri ve vekilleri, muhabirlerle karşılıklı kaldıklarında ise birkaç üyelerinin bazı dolaylı nazi bağlantıları olmasına rağmen “neonazi” tabirini asla kabul etmeyip hatta hiçbir bağları olmadığını ifade ediyorlar.
2014 Eylül ayına gelindiğinde ise yapılan genel seçimlerde Jimmy Âkesson önderliğinde, yüzde 11 oy alarak meclisteki üçüncü büyük parti oldu ve ikinci meclis sözcülüğü vazifesini üstlendi. Bugün mecliste kral-yapıcı görevi üstlenmek üzere önemli bir konumda bulunan SD'nin kökenleri ise 1979 yılında ortaya çıkan “İsveç İsveçlilerindir Hareketi” bulunuyor.
Seçim sonrasında yapılan değerlendirme ve halk oylamalarına bakılacak olursa yüzde 35 hedefle seçim sürecine giren sosyal demokratlar birinci parti olmasına rağmen seçimin kaybedeni gibi görünüyor; sol koalisyonun oy oranı bu sayede ancak azınlık hükümeti kurmaya yetiyordu. Bu da demek oluyor ki ülkede aslında soldan esen bir rüzgâr bulunmuyor. Genel tartışmanın yönü sağdan gelen göç ve entegrasyon meseleleri. Makamdan ayrılan Reinfeldt hükümetinin değinmekten çekindiği bir konu.
Göç tartışması
Demokratik düzenin vazgeçilmezi olan tartışmalarda İsveç'te göç konusunda neredeyse tüm partiler hemfikir gibi görünüyor. Kapılar açık tutulacak ve hızla yaşlanan nüfusa karşı genç insanların ülkeye gelmesi devam edecek. Onyıllar boyunca entegrasyon politikalarını dünyanın birkaç adım önünde götüren İsveç'te Reinfeldt hükümeti devlet destekli kültür ve dil kurslarını ücretli hale getirmiş ve gelen herkesin kendi başına uyum sağlamasını öngören yasaları hazırlamıştı. Avrupa Birliği'nin yeni üyeleri Bulgaristan, Romanya ve Hırvatistan yurttaşlarının serbest dolaşım hakkıyla birlikte istedikleri ülkede yaşama hakkı bulunduğundan, İsveç sokaklarında İsveççe konuşamayan, yerel kültürle uyumsuz ve devlet tarafından dışlanmış görünen binlerce insan bir anda peydah oldu.
Sosyal Demokratlar ve İsveç Demokratlar dışında diğer partilerin açık bir şekilde herkesi kabul etmeye yönelik duruşları, bu alandaki tartışmanın yetersizliğine dikkat çekiyordu. Diğer partilerin hızla birbirlerine benzedikleri bir siyasi düzlemde, sistem içinde alternatif olarak görünen tek parti ise SD olarak göze çarpıyor, hükümete gelmesi halinde çok gerçekçi vaatleri olmasa bile en azından tartışmayı gündeme taşıyacak yeterliliğe sahip görünüyor.
Göç konusunda sert bir tutum takınan SD yönetimi, insan hakları kapsamında İsveç'in nispeten temiz karnesinin bozulmamasına gayret ederek, ayrımcı söylemini daha hümanist bir çerçeveye oturtuyor. Katıldığı röportajlarda sıklıkla “Müslüman” sorununu dile getiren Âkesson, iltica talep eden Hıristiyanlara şu an var olan haliyle uygulamanın devam etmesi fakat mülteci başvurularının Müslümanlardan gelmesi durumunda reddedilmesi gerektiğini savunduklarını belirtiyor. Göç sonrasında entegrasyon adına ise bir politikası bulunmayan SD'nin bu konudaki nedeni ise, entegrasyonun karşılıklı oluşu ve İsveç milliyetine bağlı kişilerin sonradan gelen göçmenlere uyum sağlamaması, sonradan gelenlerin zamanla asimile olması gerektiğini savunmaları.
Âkessson aynı zamanda Müslümanların şiddete daha meyilli oldukları, suça yatkınlıkları ve İsveç kültürüyle uyumsuz olduklarını da parti üyelerinin gözlemlerine dayalı raporlarıyla desteklediğini söyleyerek bildiriyor. Öte yandan haberlerde yer alan her asayiş sorununda, faillerin etnik ya da dini kimliği önemli olmadığından bu bilgiler belirtilmiyor; fakat İsveç'te aşırı sağa sempati besleyen bir kişiyle birlikte haber izliyorsanız bir saldırı, cinayet, tecavüz gibi haber çıktığı anda kendisinin önyargılarıyla hemen Müslümanları suçlayacağını duymak mümkün.
Stockholm'ün Södertälje ilçesi göç politikalarının seçim uygulamaları açısından önemli bir yer tutuyor. Zira, Södertälje Süryani, Irak'lı ve Finler başta olmak üzere birçok ülkeden gelmiş olan göçmenlerin yeni yurdu olarak büyük oranda göçmen barındıran bir yer. Bu ilçede adaylarının çoğunluğu göçmen olan parti Süryani bireyleri aday göstermiş olan SD oldu; bu aday gösterme sürecinin göstermelik olduğu ve yalnızca Hıristiyan-göçmen topluluklardan aday gösterdiği gerekçesiyle yine de SD eleştiri toplamıştı.
Cami saldırıları
Noel günü, Stockholm'ün batısında yer alan kent Eskilstuna'da bir camiye petrol bombası atılarak kundaklandı, beş kişi yaralandı ve binlerce Müslüman karşıtı bu haberi “mutlu Noeller” tebriği ile olumlu bir olay şeklinde paylaştı. Onbinlerce kişi aynı habere tepki gösterirken, tıpkı Norveç'teki katliamın ardından olduğu gibi açık şekilde ayrımcı tarafını ortaya seren binlerce kişi sosyal medya üzerinde nefret grupları oluşturarak bu saldırıyı yücelten paylaşımlarda bulundu. Aradan iki gün geçti ve güneydeki Eslöv kentinde bir diğer cami bombalı saldırının hedefi oldu. Benzer bir ikili yaklaşım bu saldırının ardından da görüldü.
Son olarak yeni yılın ilk günü, İsveç'in dördüncü büyük kenti olan Uppsala'da, bir zamanlar kaldığım odanın hemen karşısında yer alan camiye molotof kokteyli atıldı ve duvarlarına sprey boyalarla nefret içerikli mesajlar yazıldı.
Ortalama her ay bir caminin şiddetli saldırılara maruz kaldığı İsveç'te, seçilen hedefler nispeten daha az saldırıya uğramış yerlerdi. Yetkililer olaylar arasında bir bağ görünmediğini fakat araştırma ve incelemelerin devam ettiğini belirtiyorlar. Bununla birlikte etnik ve dini çatışma ortamının sıklıkla görüldüğü Malmö'de caminin, cemaatin ve imamın defalarca saldırıya maruz kaldığı hatırlatılıyor.
Saldırılar sonrasında
Camilere bombalı saldırılar düzenlenmesinin hemen ardından bir grup ırkçılık ve ayrımcılık karşıtı aktivistin çağrısıyla “kalp bombardmanı” adlı bir eylem tertip edildi. İsveç'te birçok kentte gerçekleşen eylemlerde, toplumsal tahammülsüzlüğe karşı, yurttaşlar camiler, Müslümanlar ve saldırıya uğramış kişilerle dayanışma sergilemek adına kağıtlardan kalpler yaparak camilerin kapılarına bıraktılar.
Uppsala'daki dostlarımdan aldığım bilgilere göre camideki fiziksel hasarın, saldırının psikolojik etkisiyle kıyaslanamayacağını belirtiyorlar. Fakat “kalp bombardmanı” eylemi sonrası travmanın hızla iyileştiğini de belirtiyorlar.
Başbakan Löfven, taziye ve kınama yayınladıktan sonra din ve vicdan hürriyetinin teminatını vererek, bu mekanların güvenliği ve huzuru için bütçenin artırılacağını belirtti.
Yeni hükümetin bütçe görüşmelerindeki başarısızlığı sonrası neredeyse düşmesi ve son anda muhalefetteki merkez sağın da desteğini alarak anlaşmasının ardından 2010 yılındaki andıca uygun şekilde meclise girmesine rağmen SD'nin etkisizleştirilmesi planı halen devam ediyor gibi görünüyor. Fakat Eylül seçimlerinde yüzde 10 ile meclise giren aşırı sağ, saldırılar öncesinde yüzde 13 seviyesine tırmanmıştı. Son belirtilen rakamlara göre ise saldırılardan bir hafta sonra yüzde 25 seviyelerinden bahsediliyor.
Son olarak, İsveç Demokratlarından yapılan açıklamalara göre ise, bu saldırıların siyasi olduğunu düşünmek için bir neden bulunmuyor. Parti sözcülerinden Henrik Vinge “bu siyasi bir durum değil, asayişle ilgili. Bir suç işlenmiş, saldırı gerçekleşmiş. Polis bu durumu inceleyecektir. Biz böyle saldırıları çok ciddiye alırız, tabii ki kabul edilebilir değil” açıklamasında bulunuyor. Bu açıklama ardından parti destekçilerinin bir kısmı da “SD'nin yükselişine gölge düşürmek için kendi camilerini bile yaktılar” şeklinde yorumlar paylaşırken, öteki taraftan da “tüm partilerin anlaşarak SD'yi etki dışı bırakması bu partinin destekçilerini sinirlendirmiş, demokrasi dışı yollarla amaçlarına ulaşmak için saldırıyorlar” şeklinde yorumlar paylaşılıyor.
On yıldan uzun süredir din ve etnik kimlik temelli saldırılarda bir artış gözlenirken bu saldırılar birbirleriyle ilişkili olarak gerçekleşmemiş bile olsa etkileri çok geniş bir yelpazede kendine yer ediniyor. Her ne kadar toplumsal tahammül adına eylemler düzenleniyor olsa da, SD'nin destek oranlarındaki inanılmaz artış ve bu saldırılar sonrası sosyal medyada yapılan yorumların bir kısmı korkutucu gerçeği gözler önüne seriyor; göç tartışması sonrası halen ana akım partiler bu konuda yeterli donanıma sahip bir şekilde tartışmaya katılmıyor. Şu an için partiler, göç ve entegrasyon konularında tutumlarını gözden geçirmeleri ve konumlarını kendi seçmenlerine daha iyi bir iletişim modeliyle aktarmaktan ziyade, hükümet partisinin “İslam düşmanlığına” dair başlatacağı programa bel bağlamış görünüyorlar. (GÖ/HK)