Bu alanda yaşanan değişimin izini sürmeye İsviçre'den başlayabiliriz.
1 Mayıs 2004'te yeni İsviçre Merkez Bankası Kanunu yürürlüğe girdi. Bankanın Yönetim Kurulu üyesi Philipp Hildebrand 17 Haziran 2004'de düzenlenen basın toplantısında şunları söylüyordu:
"1990'ların ortalarına kadar Merkez Bankası'nın varlıklarını yönetme olanakları sınırlıydı. Rezerv temel olarak altın ve bir yıldan kısa vadeli yabancı devlet tahvillerinden oluşuyordu. Rezervdeki yabancı paranın yüzde 80'i ABD dolarıydı. 1997'de yatırım kurallarına esneklik getirildi ve tahvillerle ilgili azami vadeler kaldırılırken repo ve altın olarak borç verme uygulamaları başlatıldı. Merkez Bankası aynı zamanda yatırımlarındaki kur risklerini daha fazla çeşitlendirmeye başladı ve tedrici olarak ABD dolarının payını azalttı. Yeni kanunla bir adım daha atılıyor ve kanun yatırım evrenini bütünüyle açık hale getiriyor."
Hildebrand, "yatırım politikalarının amacı" ve "para rezervlerinin yeterli geri dönüşü sağlaması" konularında da şunların altını çiziyordu:
"Yatırım politikalarımız yeni kanunla temelde değişmedi. Para rezervleri para politikalarımızın ana varlığını oluşturmaya devam ediyor. Bu rezervler olağanüstü koşullarda Merkez Bankası'nın İsviçre frankının fiyatı üzerinde etki yapmasına olanak tanıyor ve kriz durumlarında uluslararası ölçekte kabul edilir bir ödeme aracı olarak elimizde bulunuyor. Bu, söz konusu varlıklarla ilgili asgari likidite gerektiriyor. Ayrıca, para rezervleri para politikalarının kredibilitesini pekiştiriyor ve İsviçre frankına güveni artırıyor. Bu yatırımların ve para rezervlerinin İsviçre ekonomisiyle birlikte büyümesinin güvence altında olması bu bağlamda önem taşıyor. Para rezervlerinin, para politikalarından kaynaklanan kısıtlamalar da göz önünde bulundurulduğunda, yeterli geri dönüş sağlaması zorunluluğu da bundan kaynaklanıyor. Likidite, güvence ve geri dönüş kriterleri arasında optimal bir denge yakalamak, yatırım politikalarımızın amacıdır."
Hildebrand bunların ardından, yeni kanunun yatırımlarda farklı araçlara olanak tanıyacağını belirtiyordu:
"Hem yabancı paraların hem de yatırım araçlarının daha fazla çeşitlendirilmesi para rezervlerimizin gerekli ölçüde büyümesini sağlayabilir. Çeşitlendirme, hisse senedi [equities] ve şirket tahvilleri [corporate bond] gibi daha verimli ve -bireysel açıdan- daha riskli alanlara, genel riski fazla artırmadan yatırım yapılmasına olanak veriyor.. Merkez Bankası için etkili bir yatırım politikası oluşturma, mevcut kısıtlamalar dahilinde olanaklı olan en yüksek geri dönüş potansiyeline ulaşılması anlamına gelmektedir. Yeni kanunla Merkez Bankası yatırımlarında daha geniş bir çeşitlendirme hedefleyecek ve özellikle hisse senetlerine ve şirket tahvillerine de yatırım yapacaktır."
Bu açıklamalardan sonra sıra, akıllarda belirecek bazı soruların daha dile getirilmeden yanıtlanmasına geliyordu:
"Merkez Bankası'nın bir merkez bankası olarak sahip olduğu özel konumdan dolayı, hisse senetleri ve şirket tahvillerine açık olma konusunda üzerinde durulması gereken belirli noktalar bulunuyor:
Birincisi, para politikaları ile yatırım politikası arasında çıkar çatışmaları ortaya çıkabilir. Örneğin Merkez Bankası'nın faiz artırımları bir şirketin kârını olumsuz etkileyebilir. İkincisi, sistemin istikrarıyla ilgili sorumluluklarından dolayı Merkez Bankası finans sektörüyle ilgili kritik bilgilere [insider information] sahiptir. Üçüncüsü de, Merkez Bankası'nın hisse senedi ve şirket tahvillerine yatırımları, sermaye piyasalarındaki, özellikle de akışkan olmayan sermaye piyasalarındaki risk primlerini hissedilir ölçüde etkileyebilir. Bu noktalar, esas olarak İsviçre şirketleri tarafından çıkarılan hisse senedi ve tahviller açısından önemlidir. Bu yüzden de bunlar Merkez Bankası'nın yatırım evreninin dışında bırakılmaktadır."
"Makroekonomi" ya da "içimizdeki düşman"
Yeni İsviçre Merkez Bankası Kanunu neden önemli? "Yatırım evreni"nin, bazı küçük sınırlamalar ("İsviçre şirketleri") dışında bir merkez bankasının yatırımlarına açılması neden önemli? Öte yandan, "İsviçre şirketleri" diye bir şey -şirketin kurulduğu ve kanunlarına tâbi olduğu bir ülke açısından böyle bir "İsviçrelilik" söz konusu olsa da- menkul değer piyasalarının "sınırları" açısından gerçekten var mıdır?
Politik amacı "ekonomik koşulları göz önünde bulundurarak fiyat istikrarını sağlamak" olarak formüle edilen İsviçre Merkez Bankası'nın, "büyüme ve zenginleşme açısından bir ön koşul" olarak tanımlanan bu makroekonomik hedefe yönelik çalışmalarında "hisse senedi ve şirket tahvilleri"ni de portföyüne alarak mikroekonominin alanına girmesi herhalde radikal bir gelişmeyi temsil ediyor; herhalde en azından, makroekonomik politikalarda yeni bir arayışı. (1) Her ne kadar "bireysel açıdan daha riskli alanlara, genel riski fazla artırmadan yatırım yapılmasına olanak veren" araçların elde bulunduğu varsayılsa da.
İsviçre'yi hemen hemen ideal model ("sınıfsız topluma en yakın şey", bir tür devletsiz toplum) olarak gören "arz yönlü iktisatçı", "polikonomist" Jude Wanniski, 27 Haziran 1991 tarihli The Wall Street Journal makalesini makroekonomistlerin ya da "içimizdeki düşman"ın eleştirisine ayırmıştı. Makalede (2) şöyle diyordu:
"Belki bir gün parlak bir makroekonomist, tanrısalı yakalamanın, sonsuz çeşitlilikteki insan davranışlarını matematiksel bir notasyonda yakalamanın yolunu bulacak. Ancak o zaman dünya ekonomisi ile ilgili politika geliştirme işini bilgisayarlara devredebiliriz. O güne kadar bizim için büyük bir tehlike olacaklar. Onlar içimizdeki düşmandır."
Aynı makalede Wanniski şunları da söylüyordu:
"ABD'deki ekonomik durgunluğun [recession] kalbinde ekonometrik modellerin büyük başarısızlığı bulumaktadır. Bu, ekonometricilerin, 'risk alma'yı ve 'yenilikçilik'i matematiksel notasyonlara çevirmede aciz kalışından, bunları denklemlerinden sürüp atmalarındandır. Ekonomik gelişme, düşünce, bireysel girişimden ve yenilikten kaynaklanır."
Daha sonra Wanniski, Bush Sr. döneminde adım adım yaklaşılan vergi indirimlerinden ya da "Yüzyılın Anlaşması"ndan nasıl son anda dönüldüğünü şöyle anlatır:
"Bütçe Direktörü Richard Darman'ın hayal ettiği gibi, bu Yüzyılın Anlaşması olacaktı. Strateji Darman'ın planladığı gibi işledi; 13 Ekim 1989'da Senato'da yenilgiye uğrayana kadar. Bütçe o ay içinde daha önce Temsilciler Meclisi'nden geçmişti ve Darman, 20 Demokrat üyenin vergi indirimlerini destekleyeceğini bildirdiği Senato'dan da geçmesinin kolay olacağını düşünüyordu. 13'ünde, öğleyin, Beyaz Saray ABD Ticaret Odası'na, Senato Demokrat çoğunluğunun vergi indirimlerini kanuna ekleme yönünde oy kullanmaya izin vermemesi halinde bütçe uzlaşma kanununa onay vermeyeceğini bildirdi...
Kısa bir süre sonra borsa aşağı kaymaya başladı ve öğleden sonra 2'de ajanslar Beyaz Saray'ın görüş değiştirdiğini duyurdu.. Dow Jones Sektörel Ortalaması öğleden sonra 190 puan -bugünün 800 puanına eşdeğer- düştü.. Ulusun menkul değer sermayesi birkaç saat içinde değerinden yüzde 7 kaybetti ve HER iş/finans haberi kaynağı bu kaybı önemsiz United Airlines anlaşmasının olumsuz sonuçlanmasına bağladı. Sadece birkaç gazete, ABD Ticaret Odası'nın baş ekonomisti Richard Rahn'ın kaybın Bush yönetiminden kaynaklandığına ilişkin sözlerini yayınladı. Onun bu görüşü de ya görmezden gelindi ya da alaya alındı."
ABD dış ticaret açığına çözüm: "Piyasa esnekliği"
Bu noktada, neden Wanniski'nin bu kadar üzerinde durulduğu üzerine bir açıklama:
Grover Norquist 'in lobicilik ve politik etki yaratma yeteneklerinden yoksun olsa da, Wanniski de tıpkı Norquist gibi hem belirli bir politik yaklaşımı cesurca dile getiriyor, hem de bu yaklaşımı inatla bir gündem içinde canlı tutuyor. Geleneksel devletin, sadece kurumları ile değil, neredeyse bütün işlevleri ve özellikle gelir-gider araçları ile tarihin çöplüğüne atılması vizyonunun oluşturulmasında Wanniski'nin yaklaşımının önemli bir yer tuttuğu söylenebilir. Hatta bu yaklaşımın içerdiği -iç- mimarinin Norquist'in -dış- mimarisini tamamladığı.
Wanniski birkaç temel şey savunmaktadır. Birincisi vergilerin asgariye indirilmesi: Ona göre kamu finansmanındaki en önemli gelir kaynağı bu indirim sonucu azalmayacak, tam tersi, yatırımlar ve üretim artacağı için vergi gelirleri de artacaktır. Vergilerin azami düzeyde uygulandığında aynı geliri getirmesi ise ekonomi açısından aynı şey değildir. Çünkü ikinci durumda yatırımlar azalmış, üretim azalmış, işsizlik artmış, sadece daha az üretim daha fazla vergilendirilmiş olacaktır. (3)
İkincisi, doların sabit bir değerden altına çıpalı olduğu günlere (1944-1971) geri dönülmelidir. Dolar gene küresel değişim aracı olmalı, bu uygulama para politikalarıyla desteklenmelidir. (4)
Üçüncüsü de, dünyaya hayat verecek olan "talep yönlü" ya da "makro" değil, "arz yönlü" ya da "mikro"dur (5). Hayat verecek olan, politik yelpazenin sağ ya da solundaki Keynesçi makroekonomistler değil, "bütçe açığı ya da para ikmali ile ilgisi olmayan, süpermarket raflarındaki ürünlerin fiyatlandırılması ile uğraşan Proctor&Gamble ekonomistleri"dir.
Öte yandan Wanniski'nin yaklaşımını çağrıştıran yaklaşımların, devlet büyükleri genellikle ona hiç aldırış etmese de, kâh burada (İsviçre) kâh orada (ABD) dile getirildiği ve hayata geçirildiği görülüyor.
ABD Merkez Bankası Başkanı Alan Greenspan, 13 Ocak 2004'de Almanya Merkez Bankası tarafından Berlin'de organize edilen toplantıda yaptığı konuşmada , ABD Gayrisafi Milli Hasılası'nın yüzde 5'ine ulaşan ABD dış ticaret açığının yol açabileceği sorunlardan söz ederken şu soruyu soruyor ve cevabı da kendisi veriyordu:
"Piyasa güçleri, daha önce bir kriz beklenmedik bir biçimde bunu yapmadan, ulusun mevcut cari açığında ve dış borcunda ciddi bir sorun oluşmasını tedricen engelleyemez mi? Bunun cevabı, hem iç hem de uluslararası piyasalardaki esneklik derecesiyle ilişkili gibi görünüyor. Esneklik derken, bir ekonominin şokları emme, istikrar sağlama ve iyileşme yeteneğinden söz ediyorum. Tam esnekliğe yaklaşan ulusal ekonomilerde dengesizlikler, potansiyel olarak istikrarı bozucu duruma gelmeden düzeltilebiliyor. Benzer bir esnekliğe sahip bir dünya ekonomisinde de, borç projeksiyonları yükseldikçe, ürün ve hisse senedi fiyatları, faiz oranları ve döviz kurları, yeniden küresel bir dengeyi sağlayacak biçimde değişebilir." (6)
Greenspan'den dünyaya esneklik modeli: "ABD eyaletleri"
Greenspan "esneklik paradigması"na örnek de (ama ne örnek!) gösteriyordu:
"ABDyi oluşturan farklı eyaletler [states] arasındaki ticaret ve finans açısından son iki yüzyılın deneyimleri bu esneklik paradigmasına yaklaşıyor; özellikle, eyaletler arasındaki kurlar sabit olduğu ve dolayısıyla bir ayarlama mekanizmasının parçası olamayacağı için. Elimizde farklı eyaletler arasındaki işlemler hakkında yeterli veri bulunmasa da, belirli olaylar, yıllar boyunca açık dengesizliklerin eyaletler arasında ödeme dengesi krizleri yaşanmadan çözümlendiğini gösteriyor..."
Evet, ABD dış açığının bir krize yol açmaması açısından anahtar kelime kesinlikle "esneklik"ti:
"ABD'nin dış borcundaki birikmenin hangi noktada yavaşlayacağını ya da tersine döneceğini belirleyemeyebiliriz; ama şu ortada ki, uluslararası esneklik derecesi arttığı ölçüde kriz riski de azalacaktır..."
Greenspan'e göre tarih geleceği gösteriyordu:
"Küreselleşmenin devam etmesine ve giderek daha esnek bir uluslararası finans sistemi yaratmasına izin verildiği ölçüde mevcut dengesizliklerin bir kırılma yaşanmadan giderileceğini tarihten görüyoruz. Ve eğer başka bir para birimi, örneğin euro, doların küresel rezerv parası olarak oynadığı rolü paylaşacak olursa, bu da tehlike içermeyen [benign] bir süreç olacaktır..."
Başkan sonra da "korumacılık" tehlikesi üzerine şunları söylüyordu:
"Bugünün ufkunda bazı korumacılık bulutları giderek belirginleşiyor. Korunan çıkarlar yıllar içinde ekonomik değişimin alt üst edici sürecini durdurmaya çalıştılar. Piyasa rekabetinin kudreti karşısında bu çabaların tümü başarısızlıkla sonuçlandı. Büyük ölçekli bir cari dengesizlik bağlamında yeni bir korumacılık girişiminin bedeli, küresel ekonominin esnekliğini önemli oranda geriletebilir. Sonuç olarak, sürünerek yaklaşan korumacılığın engellenmesi ve tersine çevrilmesi şarttır."
Greenspan'e göre küreselleşmenin devam edip etmeyeceği, daha büyük bir ekonomik özgürlüğün ve bu özgürlüğün teşvik ettiği çılgınca rekabetin toplum liderlerince ülke çıkarlarına uygun görülüp görülmemesine bağlı olacaktı. "Bu tür genel hükümler de sonuçta toplumların nasıl yönetildiğini belirliyor"du.
Şöyle devam ediyordu:
"Bazı ekonomilerin gelişip bazılarının uzun vadeli durgunluklara saplanıp kalması, son yıllarda yoğun ilgi konusu olmuştur. Ekonomi analizcileri ve politika geliştiriciler arasında, sınır ötesi ticarete açık ekonomilerin geliştiğine ilişkin bir görüş birliği oluşmuş durumda. Bu tür ticaretten sakınan ekonomiler ise başarısız olmuştur.
Çoğu ekonomist uzun süredir, başarıya koşullu bir emek işbölümü ile mal ve hizmet alışverişini temel alan bir toplumun belirli bir kanuna -özellikle, azınlık ve mülkiyet haklarını koruyan kanunlara- tâbi olması gerektiğini öngörüyorlar. Herhalde bu tür düzenlemelerin etkili olabilmesi için de, bunların toplumun ezici çoğunluğu tarafından adil düzenlemeler olarak algılanması gerekmektedir. Sonuçta, kanunun hakimiyeti de demokrasiyi gerektirmektedir."
ABD dış ticaret açığının temel nedenlerinden birinin "piyasalardaki esneklik" olup olmaması bir yana, "demokrasiyle gelen kanun hakimiyeti", örneğin İsviçre'de 1 Mayıs 2004 sonrasında nasıl tezahür ediyor?
Tekrar Hildebrand'a kulak veriyoruz:
"Bireysel işlemlerdeki piyasa ve kredi riskleri yatırımın ölçeği genişledikçe artmaktadır. Çıkar çatışması ve piyasa hakkında kritik bilgilere sahip olma [insider know-how] dahil, operasyonel riskler de varlıkların yönetimi stratejisi etkinleştikçe önem kazanmaktadır. Bu yüzden, yatırım sürecini iyi yönetişim kurallarını göz önünde bulundurarak değerlendirmeden geçirdik. Bu süreçte şu önemli değişiklikleri yaptık: Yatırım ve para politikası kararları büyük ölçüde birbirinden ayrıldı, stratejinin tanımlanması ve uygulanması ayrıldı, denetim otonom bir işlev haline getirildi ve Merkez Bankası'nın Banka Konseyi, yatırım ve risk süreçlerinin izlenmesi ile görevlendirildi."
Herkesin rahatlaması için yeterli değil mi? Piyasalarla, şirketlerle ilgili tüm kritik bilgilerin aktığı, bir kararıyla artıyı eksiye çevirebilecek İsviçre Merkez Bankası'nın küresel menkul değer ticaretine girmesi, borsalarda oyuncu olması herhangi bir sakınca taşımıyor. Neden? Gayet basit. Çünkü, hem bir memurun bildiğini diğeri eşzamanlı olarak bilmeyecek, hem de, yatırım süreçleri otonom bir konsey tarafından denetlenecek.
Gayet kanunî ve demokratik.
İtirazı olan ya da "inanmayan"?
Gene de son bir soru: WorldCom (yatırımcı/oyuncu), CitiGroup (mali denetçi), Arthur Andersen (muhasebe denetçisi) üçgeninde yer alan kurumlardan hangisi, bir zamanlar, İsviçre devletinden daha az saygındı? Hem zaten İsviçre Merkez Bankası da esnek piyasaya ve piyasadaki kurumlara -yatırım yapacak kadar- güvenmiyor mu? WorldCom skandalının "kamu" versiyonunun yaşanmayacağına dair bir "pozitif" faktör gösterilebilir mi? "İnanç" gibi bir "negatif" faktörün yanında? (ŞA/TK)
(1) Ekonominin belirli gruplar, alt gruplar açısından değil bir toplam olarak ele alınması ve devlet politikalarının enflasyon, istihdam ve üretim üzerindeki etkilerinin incelenmesine yönelik bir disiplin olarak makroeknomi
(2) Wanniski'nin 1999'da yaptığı bazı eklemelerle 26 Temmuz 2003'de kendi Web sitesinde yayınlanan versiyon; Dow Jones Sektörel Ortalaması'nın 1989'da kaybettiği 190 puanın "bugünün 800 puanına eşdeğer" olduğunu söylerken 1999'dan söz ediyor.
(3) Arz yönlü iktisatın sık sık başvurduğu " Laffer eğrisi "nde kamu gelirleri iki noktada sıfırdır: vergi oranları yüzde 0 olduğunda ve yüzde 100 olduğunda. Bu iki uç arasında, her düzeyde aynı vergi gelirini sağlayacak olan iki vergi oranı (biri yüksek, diğeri düşük) bulunmaktadır. Düşük oran, aynı vergi geliri toplamını sağlarken daha yüksek üretim düzeyi, istihdam ve ekonomik büyüme getirecektir.
(4) Wanniski 9 Mart 1995 tarihli makalesinde "tüm insanlığa en hızlı ve en fazla yarar sağlayacak şey" olarak ABD'nin yapabileceği en iyi şeyin şu oduğunu söylüyordu: "Ulusal para standardımızın, tek küresel süper güç olmamız nedeniyle aynı zamanda uluslararası para standardı da olan doların bütünlüğünü yeniden tesis etmek."
(5) Wanniski İçimizdeki düşman başlıklı makalesinde şöyle diyor: "Makroekonomi, 1929 Krizi'ne ve Büyük Bunalım'a kadar, John Maynard Keynes ulusal ekonominin bireysel üreticiler ya da şirketler gibi işlemediği görüşünü ortaya atana kadar ayrı bir akademik disiplin olarak varolmamıştı. Keynes vergi politikalarında, sabun ya da dişmacununun fiyatlandırılmasında olduğu gibi 'azalan verim kanunları' yoktu. Makro ekonominin -bütçe yönetimi ya da para ikmali üzerinden- motoru toplam tüketici 'talebi'dir. ne Keynesçilik ne de Monetarizm söylendiği gibi yürümüştür, ama yüksek okul ve üniversiteler makronun matematiksel kesinliklerini hatmetmiş doktoralı ekonomistler üretmeye devam ediyor. Onlar dünyanın ekonomik sefaletinin baş kaynağıdır."
(6) ABD'deki makroekonomik politika kurmaylarından Greenspan'ın "piyasa güçleri"ne ya da mikroekonomik dinamiklere "cari açıkta ve dış borçta ciddi bir sorun oluşmasını tedricen engelleme" gücü atfetmesi, protokolde pek ciddiye almadığı Wanniski'nin temel yaklaşımıyla örtüşüyor.