Haberin Kürtçesi / İngilizcesi için tıklayın
Askerliğimi yaparken bizim bölükte dört kişilik bir arkadaş gurubu vardı. Tüm boş zamanlarını beraber geçirip başka kimseyle konuşmazlardı. Diğer askerlere mümkün mertebe en uzak noktada buluşur, yanlarına bir yabancı geldiğinde hemen susup bekler, komutanlar dışında sorun soran kimseye cevap vermezlerdi.
Aralarındaki iletişim şekli fazlasıyla yumruk, tekme ve başka hiçbir yerde duymadığım küfürleşmeler üzerine kuruluydu. Hep çok gülüp eğleniyormuş gibi gözükürlerdi ancak bu neşe içinde birisi diğerinin omuzuna yumruk atar, bir diğeri bir tanesinin kıçına tekme atar ve bunların arkasında daha da büyük kahkahalar patlatırlardı.
Küfürlerse çok ağır, çoğunlukla da anne ve kız kardeşlerin dâhil olduğu cinsel içerikli bir tema üzerinden giderdi. Bu küfürler çok detaylı, başta tüfekleri olmak üzere çeşitli aksesuarların kullanıldığı ufak senaryolar gibiydi.
Aralarındaki dinamikleri dışarıdan kestirmek güçtü ancak bir tanesi grubun “alfası” olarak öne çıkıyor gibiydi. Ne zaman ne yapılacağına o karar veriyor, sanki çok görmüş geçirmiş bir edayla konuşuyordu.
Nöbetçi çavuş olduğu bir gün bunlar yine uzakta bir çimenlikte oturmuş bir gazete sayfasını birbirlerinden kapıp gülüşüyorlardı. Bir noktada birisi ‘alfa’ya “oğlum versene lan şunu” diye bağırdı. Ortam aniden sessizleşti. Diğer ikisi biraz uzaklaştı. Yüzlerinde korku vardı.
Alfa yavaşça kalkınca arkadaşı daha bir panikle ayaklandı. Ben durumu kavrayamamıştım, bu ani gerginliğin sebebi ne olabileceğini bir türlü çözemiyordum. Alfa birden bire arkadaşının suratına bir yumruk indirdi, hemen üstünü de kalçasına bir tekme.
Çocuk sendeledi ama şaşırmadı, diğerleri de şaşırmadı. “Sen kime oğlum diyon lan?” diye bağırdı alfa. “Kim kimin oğlu lan!.” Diğeri hata yaptığının farkındaydı ama benim algılayabildiğim kadarıyla artık kendi onurunu bir şekilde koruması gerekiyordu, yoksa rezil olacaktı.
Hemen bir yumruk savurdu, alfanın kulağında patladı, acı içinde elini kulağına götürdü, dengesini kaybetmiş gibiydi. Fırsattı kaçırmayan arkadaşı bir tekmeyle onu devirdi. “Kime dersem derim piç oğlu piç” diye üstüne oturup bir yumruk daha indirdi.
Ben yerimde donmuş izliyordum. Müdahale etmem gerekiyordu ancak bir ‘kısa dönem’ olarak bizi pek ciddiye almayan ‘uzun dönemlere’ fazla bulaşmamam gerektiğini öğrenmiştim.
Etrafa baktım ancak herkes uzakta olduğu için kimse fark etmemişti durumu. Alfa bir şekilde arkadaşını üzerinde atıp ayağa fırladı ve kafasını tekmelemeye başladı. “Sen bana oğlum diyemezsin” diye bağırıyordu.
Artık müdahale etmem şarttı, “dur, napıyorsun” diye koştum onlara doğru. Beni görünce yanda duranlar, neden bilmiyorum, ikisini ayırdılar abi yapma etme diye.
O sırada başkaları fark etmişti, onlar da koşup geldiler. Alfa hızla uzaklaştı, arkadaşının suratı kan revan içinde kalkacak hali yoktu.
Onu kaldırıp revire götürdüler. Neden kavga ettiklerini sorduğumda cevap vermediler. Alfa bir ay disiplin koğuşuna gönderildi, yani askerliği bir ay uzadı. Komutan sorguladığında arkadaşının ona küfür ettiğini söylemiş.
***
Bir arkadaşım vardı bana anne babasının nasıl her gece avaz avaz bağırarak kavga ettiklerini anlatmıştı, boşanmalarını hayal ediyordu. Hali vakti yerinde, köklü, o zamanın moda tabiriyle “Avrupa görmüş” bir ailenin çocuğuydu. Bir kış babasının iş seyahatindeyim diye sevgilisini “Avrupa görmeye” götürmüş olduğu ortaya çıktı.
Tesadüfen annesinin bir arkadaşı Avrupa’nın bir başkentinde, lüks bir restoranda görmüş. Baba dönünce tabii ki büyük bir kavga patlamış ve ayrılmışlar.
Büyük, müstakil bir evleri vardı, baba evi terk etmeyi reddedip bir odaya yerleşmiş. Bu ekonomik koşullarda iki evin masrafını karşılaması mümkün değilmiş. Her sabah evden işe gidip akşam odasına dönüyormuş.
Arkadaşım akşam yemeklerini tepsiyle odasına götürüp bir nevi hizmetçi rolü üstlenmeye başlamış. Aralarda babanın anneyi ikna çabaları oluyormuş ama hepsi bağrışma ve çarpılan kapılarla son buluyormuş.
Bir akşam arkadaşım okuldan eve döndüğünde yine bağrışmalar duymuş. Rutin olduğu için kimseye gözükmeden odasına gitmiş. Bağrışmalar aniden kesilince içine garip bir his gelmiş.
Salona gittiğinde babasını annesini boğarken bulmuş. Annesini yüzü kıpkırmızı, ağzı açık sessiz bir çığlıkta donmuş. Hemen babasını çekmiş ve evden kovmuş. Bir süre konuşmamışlar, sonra babası aramış özür dilerim demiş, yeni kaldığı yere davet etmiş konuşmak için.
O andan itibaren arkadaşım bizden biraz uzaklaştı. Beraber sinemaya, yemeğe gittiğimizde bize katılmıyor, okul gezilerine, hatta en sevdiği şeylerden biri olan dersten kaçıp İstiklal Caddesi’nde dolaşmaya bile gelmiyordu. Üzüntüdendir diye düşünüyorduk, bir zaman sonra normale döner diyorduk.
Daha sonra öğrendim ki babası evden ayrılınca iki ev geçindirmem mümkün değil diye para vermeyi kesmiş. Kendi geçindirdiği ev, lüks bir otelin boğaz manzaralı bir odası olmuş. Arkadaşım haftada bir iki orada ziyaret ediyormuş onu, arada sırada hatırı sayılır bir cep harçlığı alıyormuş.
Babası her buluşmalarında “böyle saçmalık olmaz, anneni ikna et ben eve döneyim artık, biraz zamparalık yaptık büyütmeye gerek yok” tarzında taleplerde bulunuyormuş.
Hatta o tatili ne kadar ince ve zekice planladığını, annenin o arkadaşı olmasa kusursuz işleyecek, film senaryosuna örnek olacak bir organizasyon yaptığını anlatmış bir keresinde.
Annesi o zaman evi geçindirmek için önce arkadaşlarından borç almış, sonra da kendi adına ne varsa satmış. Baba hala “böyle olmaz, beni evden atamaz” diye söyleniyormuş, hatta “anne sana bakmayı beceremez, anlamaz bu işlerden paraları batırır” diye korkutmaya dönmüş iş.
***
Alakasız gibi duran, farklı sosyal çevrelerden, farklı jenerasyonlardan gelen insanların yer aldığı bu iki olay hiç aklımdan çıkmadı çünkü ikisini de anlamak mümkün değildi benim için.
Askerin bu kadar hakarete gülüp “oğlum” kelimesine ölçüsüz tepki vermesi, gururun bu kadar zedelenmesine anlam veremediğim gibi babanın bitmiş bir ilişkiyi tutmak için çok düşkün olduğu çocuğunun hayatını, hatta geleceğini tehlikeyi atacak kadar inatlaşmasını anlamamıştım.
Yıllar sonra Türkiye’de erkeklik halleri üzerine bir projeye kafa yorup araştırma yaparken bu iki hikaye daha anlamlı bir hale geldi. Çocukluktan beri aşılanan “erkek olma” hallerinin, erkekliğe dair bir takım davranışların her kesimden ve yaştan erkekte derin izler bıraktığını gördüm.
“Ay pipini yerim” gibi laflarla çocukken başlayan “erkek adam bunun altında kalmaz” gibi cümlelerle geçen bir hayat.
Daimi olarak her anda ve alanda ne kadar erkek olduklarını kanıtlaması gerektiğini bilinçaltında hisseden bir zavallılar güruhuna dönüşen insanlar.
Aslında ezik olan ve bu yüzden her anını bir gövde gösterisine çeviren, her zaman tehdit altında olduğunu düşünen adamlar. İstikrarı elinde tuttuğunu, tutması gerektiğini düşünen ve bunun aslında erkekliğinin bir kanıtı olarak gören kişi bunu kaybettiğinde köşeye sıkışmış bir hayvan gibi şiddete başvuruyor.
Bu fiziksel, duygusal veya maddi bir şiddet olabilir ama özü aynı. Askerin “oğlum” olunca ezilip saldırmasıyla suç üstü yakalanıp evden atılan babanın şiddeti aynı yerden geliyor. İstikrar kaybı ve erkekliklerini tehdit altında hissetmeleri. (RM/ŞA/APA)