Türkiye’deki güncel tartışmaların odaklandığı iki ana mecra söz konusu. Bunlardan ilki doğrudan var olan siyasi çatışma ve mücadelenin arkasında neler olduğuna, taraflardan hangisinin kazanacağına ve kazanana göre hangi olası senaryoların gündeme geleceğine odaklanmış durumda.
Hâlihazırdaki bu başlıkların bizzat kendileri dahi artık başka bir döneme girdiğimizin göstergesi. Zira AKP’nin mevcut haliyle ebet-müddet iktidar kalamayacağı gerçeğinin sonunda teslim edilmesi, nicedir tıkanmış siyasetin kanallarını açma potansiyelini içinde barındırıyor. Genel eğilim kabine değişikliklerine ve emniyet ile yargıdaki görev değişikliklerine kadar uzanan mücadeleyi muktedirler arası bir muharebeden ibaret görme yönünde. Bir yanı ile Erdoğan ile cemaat arasındaki çatışmanın bir güç ve çıkar mücadelesinin ürünü olduğu aşikâr ancak çok daha derinlere inen bir geçmişi ve mikro ilişkilerde kendini gösteren bir ekonomi politiği olduğu da yadsınamaz.
Mücadeleyi kimin kazanacağını ya da yakın gelecekte sulh ilan edilip edilmeyeceğini kestirmek oldukça güç. Ancak ne olursa olsun net bir şekilde testinin bu kez kırıldığını, parçalarının da etrafa saçıldığını gözlemliyoruz. Böylece de hep var olduğunu hissettiğimiz ama bir türlü kanıtlama fırsatı bulamadığımız hakikatler muharebe meydanında ortaya dökülüyor.
Erdoğan muhtemelen cemaate bu denli prim verdiğine, cemaat de Ankara ile bu kadar iş yaptığına pişman. Bu çerçevede en az mevcut çatışma kadar önemli olan bir başka gerçek, iktidar bloğundaki yarılmanın başka sızıntılara ve çatlaklara da yol açacak olması. İktidar içinde ve dışında yeni koalisyonların kurulacağı da muhakkak. AKP’nin içindeki farklı odakların eğilimi ve stratejisi, bunların tabandaki karşılığı, yeni ittifak arayışları, muhalif siyasetin ajandası ve örgütlenme gücü 2014’te başlayacak seçim maratonunda kimlerin ipi göğüsleyeceğinde etkili olacak.
Bitmeyen "İstiklal Savaşı"
Manzara bu iken Erdoğan’ın “yeni Türkiye için İstiklal Savaşı”nı ilan etmesi üzerinde ise ayrıca düşünmek gerekir. Çünkü Erdoğan’ın beyanatı öylesine söylenmiş bir söz yumağı olsa dahi –ki peş peşe gelen hamlelerden hiç de böyle olmadığı ortada- arkasında bir iktidar algısı ve pratiği ile kriz anlarında nasıl hükmedileceğine dair reaksiyoner bir ‘mantık’ yatıyor. İstiklal Savaşı’na gönderme yapma sıklığımız bu topraklardaki kolektif histerinin gücünü gösterir. İmparatorluktan Türkiye’nin mevcut sınırlarına çekilmek zorunda kalmanın yarattığı kolektif başarısızlık hissi ve yok olma korkusu, toplumda adeta nevrotik bir bozukluğa dönüşmüş ve kolektif histeri halini her daim beslemiştir.
"İstiklal Savaşı", sembolik dünyasında iki şeyi birden çağrıştırır; ilki topyekûn mücadele bir diğeri ise geçmişin suçlarını (örneğin bkz. Ermeni kıyımı) ve başarısızlıklarını (imparatorluğu bir arada tutamama) örten bir zafer.
Her iki çağrışımsal ifadenin de gerçeklere tekabül etmesi gerekmez, öyle olduklarına inanmak kâfidir. Türkiye’de hemen hemen ülke üzerinde dış ve iç baskıların arttığı ya da müesses nizama aykırı faaliyetlerin güçlendiğinin düşünüldüğü her dönemde “İstiklal Savaşı” metaforu imdada çağrılmıştır. Bu metafor “savaşacakları” tektipleştirmeyi, aralarındaki farklılığı yok saymayı mümkün kılmıştır.
AKP’nin iktidara gelmesini takip eden günlerde Kemalistler -ulusalcılar ve solun milliyetçi-seküler eğilimleri belirgin bir bölümü uzun süre yeni bir “İstiklal Savaşı” vermenin gerekliliğinden dem vurdu. AKP cumhuriyetin temel ilkelerine ve kurucu ideolojiye karşıydı ve onunla mücadele topyekûn olmalıydı. AKP’ye karşı “İstiklal Savaşı” verme iddiasının arkasında Kızıl Elma’cı koalisyonlardan “Beyaz Türk” reflekslerine uzanan bir yığın birikti. Soğuk Savaş dönemi komplo teorilerini aratmayan senaryolar yazıldı daha da ilerisi bunlara ciddi ciddi kıymet atfedildi.
Tüm bu süreçte AKP ve onun etrafındaki liberal-muhafazakâr kadro bu komplo teorileri ile dalga geçip bunları üretenlerde patolojik unsurlar olduğunu savunuyordu. Aradan on yıl geçtikten sonra komplo teorilerine boğazına kadar batan bir AKP ve onun organik aydınları ile karşı karşıyayız. Meşhur ikilimiz “dış güçler” ve “işbirlikçileri” siyasal arenamıza geri döndü. Gezi’den bu yana AKP, karşılaştığı her muhalefet dalgasını komplo teorileri ile izah etmeye ve itibarsızlaştırmaya çalışıyor. Hal böyle olunca da “İstiklal Savaşı” verme çağrısı Erdoğan’ın sert ve tahammülsüz belagatinde muhaliflere gözdağı verme ve yıldırma operasyonuna dönüşüyor. Görünen o ki önümüzdeki günlerde “İstiklal Savaşı” yeni yer değiştirmeler, fişlemeler, görevden uzaklaştırmalar, seri soruşturmalar ile devam edecek. Bu yüzden hazırlıklı olmakta fayda var.
Sokaklar ve seçimler
İktidarı “savaşa” iten AKP etrafındaki yolsuzluklar ayyuka çıkınca “sokaklara bakmak, sokağın eylemliliğine ve potansiyeline odaklanmak gerekir” diyen politik hat da güncel tartışmaların ikinci veçhesini oluşturuyor.
Gezi direnişi sonrasında demokratik ve muhalif siyasetlerin ortak temennisi yolsuzluklara karşı sokakların yeniden ses vermesiydi. Hatta deneyimlenen pratiklerin öğretici etkisi ve ilhamıyla daha büyük bir kitlenin sokağa çıkacağı umuluyordu.
İktidar bloğunu çatlatan ve şimdiki kavganın su üstüne çıkmasını sağlayan sokak direnişi AKP devrine tümden son verebilir miydi?
Her ne kadar örgütlü muhalefet birçok şehirde sokaklara çıkıp yolsuzlukları protesto etse de Haziran direnişlerinin dinamizmine henüz yaklaşılamadı. Bunun sebepleri üzerine başka bir yazıda ayrıca düşünmek gerekiyor. Ancak şunu söylemek mümkün, Gezi kendiliğinden gerçekleştiği ve kucaklayıcı gücü tahminlerin ötesine geçtiği için kitleselleşti. Bugün planlı programlı sokak eylemlerinin katılımcı listesi Haziran’daki spontan kitleyi içermiyor. Bu yüzden de kapsayıcılığı arzu edilen seviyeye ulaşamıyor.
Türkiye muhalefetinin bir kısmı mevcut "savaşı" sadece izleyip tarafların yıpranmasını beklemekten yana. Bir diğer kısmı ise yukarıda bahsettiğim sokak gösterilerini hükümeti düşürme konusunda bir manivela olarak görmekte. Ancak her iki yönelimin de otoriter iktidara ve yapılanmaya karşı siyaset ürettiğini söylemek kolay değil. Reaksiyoner tutum almak tek başına siyaset kurucu bir siyasal pozisyon oluşturamaz.
Somut talepleri dillendirmek ve bu talepleri karşılaması düşünülen mekanizmaları önermek gerekir. Reel parlamenter siyaset ile toplumsal muhalefeti birleştiren bir ortak payda bulma arayışında yöntem ve strateji belirlerken metropollerin ve muhalefetin güçlü olduğu birkaç merkezi temel alarak siyaset üretmek ise ses getirir ancak sonuç getirmez.
Hükümet istifa talebinin meşru olduğu muhakkak ama sonrasına dair herkesin zihninin bulanık olduğu bir dönemde inandırıcılığı düşüktür. Tam da bu nedenle 2014 seçimleri maratonu öncesinde özgürlüklere ve demokrasiye inanan seçmenleri ikna edebilecek bir program ortaya koyabilmek için geniş bir politik ağın inşa edilmesi gerekir.
Bu ağın sosyalistlerin öncülüğünde gerçekleşmesi de ön şart değildir; ancak sosyalistleri, Kürt hareketini dışarıda bırakan bir siyasi ağ da özgürlük ve demokrasi için umut vaat etmez. Politik ağları ve ittifakı kurarken siyasal partiler kanunun değiştirilmesine, seçim barajının düşürülmesine, AKP dönemi yolsuzluklarının ve Roboski başta olmak üzere üstü kapatılan davaların peşine düşülmesine, on yıllık iktidar döneminde özel alana müdahaleye kapı açan düzenlemelerin iptaline dair bir mutabakatla işe başlanabilir. Bu aşamada sokaklar ancak evlere açıldığında ve politik öznelliği ortak söz ve eylem temelinde kurduğunda anlamlı olabilir.