Aya İrini'de akşam vereceği konser için sabah saatlerinde tarihî mekânın içine girer girmez "Ben burada şarkı söyleyemem…" dedi Shirley Verret "…çünkü küf kokuyor!" ve kendisine tahsis edilmiş limuzine binerek kiliseyi hızla terketti heybetli kadın.
İKSV'nin davetlisi olarak İstanbul Müzik Festivalinde ağırlanmakta olan ünlü mezzo-sopranonun sesini kısabilecek küf alerjisine hassasiyetle yaklaşıldı; bunda kurumun başında opera kökenli Aydın Gün olmasının payı yüksekti. Gerekli izinler ilgili mercilerden alelacele alındı, gerekli düzenlemeler yapıldı ve Verret, şu anda adeta rehin tutulan Taksim'deki AKM'de aynı günün akşamında sahneye çıkıp resitalini başarıyla tamamladı.
Osmanlı hanedanınca da kullanılmış Bizans medeniyetinin nadide mabedi İtalya'nın en ünlü tenorlarından Giuseppe di Stefano'yu da ağırlamıştı. İleri yaşlarında İstanbul'a gelmiş alçak gönüllü sanatçı sesini zorlamayacak melodik Napoliten şarkılarını tercih etmişti; fakat opera tarihinin bu önemli figürü, kendini onurlandırılmış hisseden festival seyircisi tarafından yine de hararetle alkışlandı.
Aya İrini'nin sahnesindeki divalardan Leyla Gencer'in ise parlak kariyerinin son yıllarında ses tellerini daha fazla yormamak için repertuarını Barok eserlerden oluşturduğu gözlemlenmişti. Sahne hakimiyeti ve duygu aktarımındaki tecrübesi seneler içinde zirveye ulaşmışa benziyordu; kendisine eşlik eden Archi della Scala yaylı çalgılar grubunun bazen kendisine yetişmekte zorlandığı bile söylenebilirdi…
Il Bel Canto
Yönetmenliğini Carlo Cotti'nin yaptığı Il Bel Canto adlı belgesele de birbirinden eğlenceli anekdotlarla bezeli, opera camiasının resmigeçidi denilebilir. Istituto Luce'nin arşivlerinden derlenmiş yapımın tanıtım metninde Maria Callas ve Renata Tebaldi arasında rekabet ön plana çıkarılsa da genelde maestrolar, sopranolar, bas, bariton ve tenorlar, çoğu siyah beyaz görüntüde kariyerlerinin parlak dönemlerinde arzıendam ediyorlar, belgeselde opera dünyasının ışıltılı dünyasında doğmuş divalık konsepti kısaca da olsa irdeleniyor.
Bir statü sembolü olarak, Mussolini gibi politik liderlerin de ilgisiz kalmadığı çeşitli mekânlardaki opera temsilleri peş peşe sıralanıyor, fakat televizyon seyircisine yönelik belgesel opera severlerin ağzına bir parmak bal çalmaktan öteye gidemiyor.
Faşist rejimin operayı millî bir değer olarak kabul etmesi Istituto Luce tarafından özellikle o dönemde gayet zengin bir arşiv oluşturulmasını sağlamış. Opera mabedi Milano La Scala Tiyatrosu en başta olmak üzere Verona'nın Arena'sı, Venedik'in La Fenice'si, Bari'nin Petruzzelli'si, Napoli'nin San Carlo'sunun yanında Caracalla kaplıcaları da yıllar boyunca en çok tercih edilen mekânlar olmuş.
Tebaldi'nin Callas'la aynı sahneleri paylaşmasının imkânsızlaştığı dönemlerde transfer olduğu New York Metropolitan da İtalya operası tarafından ulaşılmış en yüksek mertebelerden biri olarak takdim ediliyor 54 dakikalık belgeselde.
Mirella Freni, Giulietta Simionato, Renata Scotto, Mario del Monaco, Beniamino Gigli, Tito Gobbi, Franco Corelli, Giuseppe di Stefano gibi dünya çapında İtalyalı sanatçılar dışında Leontyne Price, Placido Domingo veya Nicolai Ghiaurov gibi operacılar kısaca da olsa hatırlanıyor. Mario del Monaco ve Domingo'nun, tenor olarak gösterdikleri başarılar dışında bariton rollerinde de ne kadar etkili olduklarının altı çiziliyor. Gencecik Luciano Pavarotti de filmde unutulmayanlar arasında.
Opera'nın sinemayla flörtü
Gina Lollobrigida'nın bir opera uyarlamasında Liliana Rossi'nin sesine playback yaparak rolü üstlenmesi, bir süre sonra Sophia Loren'in de Renata Tebaldi'nin yerine Aida operasının sinema uyarlamasında rol almasına yol açmış. Vittorio Gassman ile Marcello Mastroianni'yi de opera uyarlamalarından birinde taptaze halleriyle izliyoruz.
Operanın 20'inci yüzyıla uyum süreci sırasında sinema yönetmenlerinin opera sahnelerine nasıl el attığına da şahit oluyoruz. Franco Zeffirelli adından en çok bahsedilen yönetmen olsa da Visconti veya Tarkovsky gibi ağır sinemacıları da bu alanda çalışırken izliyoruz. Claudio Abbado, Arturo Toscanini veya Leonard Bernstein gibi klasik müzik dünyasının önde gelen simaları dışında besteci Mascagni'yi hayatının son demlerinde Nerone'sinin üzerinde yoğunlaşırken seyretmek de bir ayrıcalık.
Una voce poco fa veya Figaro gibi popüler aryaların eski kayıtlarına, İtalya Millî Marşının yerini alması düşünülen Va pensiero'nun gayet sinematografik bir versiyonuna rastlamak da keyif verici. Belgesel boyunca dinlediğimiz opera parçalarının birçoğunun Verdi bestesi olduğunu söylemeye gerek yok sanırım.
Tabii Opera kelimesi telaffuz edilince birçok Türkiye insanının aklına Çetin Alp'in seslendirdiği Eurovision parçasının gelmesi hazin bir durum. Türkçe'nin kulağa hoş gelmediği varsayımıyla, çoğu İtalyanca kelimelerle bezenmiş güfte Batı'ya yaklaşmaya çalışan bir memleketin başarısız bir çabası olarak hafızalara kazınmıştı.
İşin acı tarafı Türkiye'de Opera'nın bugün geldiği durum o günlere göre çok daha vahim. Yönetmenliğini Devrim Çiftçi'nin üstlendiği ve geçtiğimiz aylarda gösterime giren Bir Tatlı Huzur: Opera adlı belgesel kangren haline gelmiş vaziyeti ayrıntılarıyla teşhir ediyordu.
Bu vesileyle saraya hizmet edip Osmanlı Paşalığı payesi verilmiş, İtalyalı maestrolardan Donizetti, Guatelli ve Stravolo'yu anmayı bir borç biliyor, İstanbul Opera ve Balesinin geleceği için Atatürk Kültür Merkezi'nin akıbetinin de bir an önce şeffaflaşmasını diliyorum. (RL/AS)