Ölüm/gitmek, vedalaşmak, bırakmak, terk etmek, ayrılmak, gibi sözcükler korkunç sözcüklerdir... Sözcüklerin en kötüsüdür onlar.
Hiçbir sözcük de anlatamaz bunları.
Bir türlü peşimizi bırakmaz bu sözcükler... Nereye gitsek, ne tarafa baksak bizimledir... Çünkü onu vareden biziz. Yani insanın kendisidir onu vareden... Bunun için de ancak onu var eden yok olduğunda o/onlar da yok olacaktır...
Ve bu sözcüklerin gelip alıp götürdüğü bir insanın bir daha olmaması bin bir zorlukla ulaşılmış bir doruktan aşağıya yuvarlanması gibidir...
Çayırların arkasından ağladığı Theodoros Angelopoulos'un ölümü/gitmesi, vedalaşması, ayrılığı, terk etmesi de böyledir.
Dünya Sineması'nın en önemli ustalarından biri olarak kabul edilen Theodoros Angelopoulos, "yaşanan tarihi anlaşılabilir kılmak" için sinemasıyla 'zamanın tozu'nu alıyordu.
1970 yılında çektiği ilk filmi "Tatbikat" tan 2009 yılında çektiği "Zamanın Tozu"na kadar tüm filmlerinde arkasına dönüp geride kalan tarihsel trajedinin seyahatine bakmış ve bu bakışı (Ulysses'in Bakışı'ndaki bakış gibi...) sinemaya yansıtmıştır.
Sineması bütünsel olarak bir '20. Yüzyıl Yunan Tarihi' niteliği taşımaktadır.
20.Yüzyıl ki; iki dünya savaşının yaşandığı tarihtir. Soykırımların, savaşın, faşizmin, ölümlerin, açlığın, yoksulluğun, acının, gözyaşının, hayallerin, duvarların yıkılışının, umutların çöküşünün, darbelerin yaşandığı en dehşet verici zamanların yüzyıldır.
20. Yüzyıl hiçbir şey söylemeden her şeyin söylendiği/yaşandığı yüzyıldır bu anlamda...
Aynı yüzyıl her ülkenin kendi tarihini de içinde barındırır. Yunan tarihi de demokrasinin, uygarlığın, medeniyetin, filozofların, Olymposlu Tanrılar'ın olduğu kadar iç savaşın, diktatörlüklerin, siyasal çalkantıların, yaşanan göçlerin, sürgünlerin, insan hayatındaki kırılmaların, trajedinin tarihidir aynı zamanda.
Angelopoulos da dünya tarihin bu en dehşet verici yerinde ülkesinin trajedisinden beslenmiş ve ülkesinin trajedisini trajedisi yapmış ve bunu sinemasına yansıtmıştır.
"Yüzyılın sonu geliyordu ve bu Yüzyıl'da yaşananları düşünmeye başlamıştım. Yüzyıl esas olarak savaşla başlamıştı. Edebiyat, resim ve diğer sanatlarda modernizmin estetik devrimi yaşanıyordu. Ve sinema vardı, bu sinemanın yüzyılıydı. Ve elbette benim yüzyılım oldu; çocukluğumun, gençliğimin, düşlerimin, aşklarımın, filmlerimin... yüzyılı. Ve bütün bunlardan geriye ne kaldığını görmek, denemek istedim. Öyle bir yüzyıldı ki bir noktasında umut doluydu ve tarihte hiç görmediğimiz değişiklikler yaşandı dünyada. Fakat yüzyıl sona erdiğinde geriye kalan acı bir tat oldu..."
Angelopoulos, yaşadığı, gördüğü, tanık olduğu, çocukluğunun, gençliğinin, düşlerinin, aşklarının, filmlerinin yüzyılını bu sözlerle tanımlar/anlatır ve ondan geriye ne kaldığını gösterir.
"Tatbikat", "36 Günleri", "Kumpanya", "Avcılar", "Kitera'ya Yolculuk", "Arıcı", "Puslu Manzara", filmlerinde Yunan tarihine yönelmiş. 1919'da Yunanistan'a Odessa'dan gelen göçmenleri/sürgünleri, Metaksas diktatörlüğünü, 2. Dünya Savaşı'nı, iç savaşı ve sonrasında yaşananları, göçü/sürgünü, Albaylar Cuntası gibi ülkesinin bitmek bilmeyen trajedisini anlatır.
"Leyleğin Ürkek Adımı", "Ulysses'in Bakışı" ve "Sonsuzluk ve Bir Gün" adlı filmlerinde milyonların hayali ve umudu olan sosyalizmin çöküşü ve soğuk savaşın bitişi, Balkanlar'da yaşanan parçalanmayı, sınırlarla bölünmüş coğrafyayı, yaşanan iç savaşları, ölümleri, göçleri, sürgünleri anlatır.
Ve ülkesinin trajedisini anlattığı ve bir '20.Yüzyıl Üçlemesi' olan yani yaşadığı yüzyılın tarihini, kendi tarihini anlatabilmekteydi sıra.
Üçlemenin ilk filmi olan "Ağlayan Çayır" kaybettiklerinin, yitirdiklerinin ardından karalar bağlayıp ağıtlar yakan tüm kadınların yani 'annesinin yüzyılı'ydı.
"Bu yüzyıl aynı zamanda annemin yüzyılıydı. Kadınların yüzyılıydı. Erkekler savaşırken kadınlar da acı çekti. Annem kaybettikleri yüzünden hep karalar giydi"
"Ağlayan Çayır" filminde Eleni'nin (Angelopoulos'un kızının adı da Eleni'ydi.) hep karalar giymesi bundandır. Çünkü savaş kadınlara acılar yaşatırdı/yaşatıyor/yaşatacak/yaşatır.
"Ağlayan Çayır"ın anlatıcısı da 20.Yüzyılı 'annemin yüzyılı' olarak gören yönetmenin kendisiydi. Nehrin kıyısında duran sürgünlerin/mültecilerin, sudaki yansımaları hala unutulmazdır. Kalabalığın içinde bir adam, karısı ve aralarındaki küçük Eleni ve oğlan çocuğun olduğu aile ön plandaydı. Bu sahneye eşlik eden müzik (Eleni Karaindrou'nun müzikleri) bir bıçak gibi delip deşiyor(du) içimizi ve o muazzam görselliğe eşlik eden ağıtlar ve sözler hala ölümlü hafızamızda yerini korumaktadır.
"Zamanın Tozu", Angelopoulos'un 20.Yüzyıl üçlemesinin ikinci filmiydi. Bu filmi ile kendi ülkesinin sınırlarını aşarak; Almanya, İtalya, Kazakistan, Rusya, Amerika gibi ülkeleri kapsayan geniş bir coğrafyaya uzanarak zamanın tozunu alıyordu. Ve film her şeyin bittiği, sona erdiği gün olan 31 Aralık 1999 gününü Jacob'un ağzından şu cümlelerle anlatır.
"Ne oldu Spyros? Başka bir dünyanın hayalini kurmuştuk. Her şey nasıl da yitip gitti? Yine de her şey çok farklı başlamıştı. Rüzgar yukarılardan esip gelmişti. Bazılarımız gökleri kuşattığımıza bile inanmıştı ama... Birisinin dediği gibi: Tarih bizleri savurup attı".
'Annemin yüzyılı' duvarın yıkılışı, umudun/hayalin büyük çöküşü ile sonlanır. "Büyük küçük her şeyin üzerine zamanın tozu çökmüştür". Çünkü tarih her şeyi savurup atmıştı bir kenara.
Ve ölüm trajedisi onu gelip yeni -belki de hep aynı trajediyi anlattı/izlettirdi bizlere- trajediyi anlatırken buldu. Sözcüklerin en korkuncu olan "ölüm" sözcüğüne de sinema gibi daha çocukken tanık olmuştu ve hafızasına/rüyasına yerleşmişti.
"Sinemayla ilişkim tıpkı bir kabus gibi başlamıştı. 1946 ya da 1947 yıllarıydı tam olarak hatırlayamıyorum. Savaş sonrası yıllar. Birçok insanın sinemalara akın ettiği yıllar. Biz, çocuklarınsa gişenin önlerinde oluşan uzun kurukların önünden sıvışarak balkonun sihirli karanlığında kaybolduğunu hatırlıyorum. O yıllarda çok film izledim, ama hatırladığım ilk film Michael Curtiz'in oynadığı 'Kirli Yüzlü Melekler' filmiydi. Filmde kahramanın iki muhafızın kolları arasında elektrikli sandalyeye doğru getirildiği bir sahne vardır. Onlar yürüdükçe gölgeleri de duvarda büyür. Sonra birden bir çığlık duyulur: 'Ölmek istemiyorum!'... Bu çığlık uzun süre rüyalarımından çıkmadı...İşte sinema hayatıma böyle girmişti. Duvarda gittikçe büyüyen gölge ve bir çığlıkla..."
Duvarda gittikçe büyüyen gölge ve çığlık rüyalarından çıktı bir daha dönmemecesine. Ve sözcüklere büründürülmüş anlamlar arkasından gözyaşı döküyor şimdi. Ağıtlar ağlayan çayırların kalbinden bir kez daha yükseliyor...
İşte gidiyor Angelopoulos.... Akan nehrin üzerindeki salın üzerinde uzanmış, karalar giyip ağıtlar yakan insanların arasından "Başka Deniz"lere doğru yeniden başlamak, bir kez daha yitirdiklerini yeniden bulmak için, bilmediği bir tanrıya dua eder gibi bir kez daha kendisine bir film yapma şansı verilmesini dilemek için yol alıyor şimdi.
Bütün dünyayı, sisler içindeki yaşamı, yalnızlıklar içindeki insanı, çocukluğundan beri duvarda gittikçe büyüyen gölgeyi ve çığlığı ve annesinin yüzyılını unutup gidiyor işte... Hem de Eleni Karaindrou'nun müziği ve Eleni'nin ağıdı ona eşlik ederek gidiyor şimdi. (KT/HK)
"Gardiyan...
Hiç suyum yok...
Hiç sabunum yok...
Hiç kağıdım yok ki çocuklarıma yazayım...
Üniformalar değişti...
Gri giyiyorsun, gardiyan...
Gardiyan, siyah giyiyorsun.
Adım Eleni.
Bir devrimciye yataklıktan buradayım.
Şimdi nereye götürüyorsunuz beni?
Üniformalar değişti...
Almanlar yeşil giyer...
Sen Alman mısın gardiyan?
Aralık 1944'de ben de oradaydım,
İnsanların kurtuluşu kutladıkları o meydanda.
Şimdi nereye götürüyorsunuz beni?
Üniformalar değişti.
Sen İngiliz misin gardiyan?
Kaç para mermi?
Ya kan ne kadar?
Bütün üniformalar aynı gardiyan...
Gardiyan...
Gardiyan...
Sürgündeyim...
Mülteciyim ve her yerden sürüldüm.
Rıhtımda ağlayan üç yaşında bir kız..."
(Ağlayan Çayır filminden)