Çeviri: Özde Çakmak, Fotoğraf: Çiğdem Boru
İstanbul doğumlu, Sivaslı Kürt-Alevi bir aileden gelen, İstanbul'un Nurtepe adlı ağırlıklı olarak solcuların yerleştiği bir semtinde yaşamış, ortaokulu Nişantaşı gibi elit bir semtte okumuş, çoğunlukla Ermenilerin, gayrimüslim kesimin yaşadığı Kurtuluş'taki bir liseye gitmiş, şimdi ise İngiltere'de müzik eğitimi almaya karar verdikten sonra taşındığı Londra'da yirmi yıldır yaşayan Çiğdem Aslan, Kürt Alevi bir müzisyen sayılabilir mi? Ya da daha farklı bir biçimde soracak olursak, bir kişiyi ırksal ve etnik grubuyla tanımlamanın kriterleri nelerdir?
Çiğdem Aslan'ın çoğunlukla 1930'ların Yunanistan'ından ve Anadolu'dan gelen Rebetiko ve İzmir şarkılarına odaklanan "Mortissa" (2013) ve "A Thousand Cranes" (2016) adlı albümleri dünyanın dört bir yanından harikulade eleştiriler – Guardian, NPR, Songlines, fRoots, Evening Standard, New York Music Daily dahil – aldı ve Dünya Müzik Listeleri'nin Avrupa kategorisinde ilk ona girerek aylarca listede kaldı. "Mortissa" albümü fRoots ve Songlines Magazine tarafından 2013'ün en iyi albümlerinden biri seçildi. Çiğdem 2014 Songlines Müzik Ödülleri'nde "En İyi Sanatçı" dalında aday gösterildi. Türkçe, Yunanca, Boşnakça, Romanca ve Ladino dahil çok sayıda Balkan ve Kafkasya dillerinde şarkılar söyleyen ve Rebetiko, Sefarad ve Türkiye'nin diğer etnik müzik performanslarını sergileyen Çiğdem Kürt-Alevi kültürel bağlamının asıl unsurlarının altını çiziyor. Virtüöz Tahir Palalı ile birlikte Anadolu'nun farklı bölgelerine ait halk müziği eserleri de icra ediyor. 1964'te kurulan Dunav Balkan grubunun vokalistliğini üstleniyor. Yahudi, Klezmer ve Balkan müzikleri yapan She'koyokh isimli grubun da vokalisti. Türkçe söylediği çiçeği burnunda yeni single'ı "Sabah Güneşi" Red Music'ten çıkalı yalnızca birkaç hafta oldu. Jazz Weekly Çiğdem Aslan'ın sesini "bir kavun kadar tatlı ve ikindi kahvesi kadar güçlü" şeklinde tanımladı. Hangi dilde söylerse söylesin Çiğdem'in zengin, doğal ve insanı delip geçen sesindeki gelgit dalgalarını belirtmek için daha iyi bir tanım düşünemiyorum.
Büyüleyici!
Çiğdem'i ilk kez 2008 yılında Yasmin Levy konserinde sergilediği performans sırasında dinledim. Tek kelimeyle büyüleyiciydi. Genel olarak, yeni sesleri keşfetmek ve performansları ilk kez canlı izlemek mistik bir his uyandırır. Çiğdem de istisna değildi. Şarkı söylemenin yalnızca ses ile ilgili olmadığına kim karşı çıkabilir? Bu da bir performans sanatı değil mi? Birkaç sene sonra Londra'daki antik dükkanına gittiğimde Çiğdem ile tekrar karşılaştım ve bu defa onunla bizzat tanışma fırsatım oldu. On yıl sonra Oxford Üniversitesinde yürüttüğüm projem ve belgesel filmim için onunla birçok kez buluştuğumda da küçük antika dükkanındaki o ilk karşılaşmamızdan bahsettiğimi sanmıyorum. Oysa dükkâna girdiğimde yüzünde beliren o kocaman gülümsemesi aklımdan çıkmıyor. Birini, özellikle de bir kadını "mütevazı" olarak tanımlamaktan nefret ettiğim için – bunun toplumsal normlar için bir tehdit oluşturmayan ya da ısrarcı olmak için yeterince çetin ceviz olmayan birini çağrıştırdığını düşünüyorum (çünkü tüm sistem sizi başarı elde edebilmeniz için ısrarcı biri olmaya zorluyor) – Çiğdem'e dair genel izlenimimi tarif edebilmek için bu sıfatı kullanmayacağım.
İngiliz gazetesi Evening Standard'ın onu "hem aslan hem de bülbül" şeklinde tanımladığı düşünülürse, onu "mütevazı" kategorisine sokmak her halükârda hayal kırıklığı olacaktır. Ayrıca, buz gibi bir Ocak akşamında Brighton'a gidecek olan trenimi yakalayabilmem için alternatif güzergahlar ararken Londra'nın trafik keşmekeşindeki olağanüstü çabasına tanık olduğum için "mütevazı" sözcüğünü diğer sıfatlardan önce kullanmak bana oldukça kısıtlayıcı geliyor.
Peki, o nasıl biri? Bu yazı dizisinin okurları, söz konusu kadın portreleri dizisinin birincil temel amacının, "üçüncü bir alan" yaratarak (bu durumda yalnızca Avrupalı ya da Kürt değil) ve kültürel, politik, estetik ya da günlük pratikleriyle güç ilişkilerini ve toplumsal normları altüst ederek hibrit (melez olarak çevrilebilir) dünyalara anlayış kazandıran bu kadınlara gözden kaçan açılardan yaklaşmak olduğunu şimdiye dek anlamış olmalılar. Burada bahsettiğim 'üçüncü alanlar', birinci ve ikinci alanların yeni bir üçüncü alan yaratmak için oluşturdukları melez alanlardır. (1) Zaman ve uzam boyunca ikili kültürel kategori kümelerinin ötesine geçerek muhataplar arasında yeni alanlar açan bu kadınların zaman zaman yan yana getirilen kültürler arasına sıkışmış ve tuzağa düşmüş hissedip hissetmediğimi merak ediyorum. Çiğdem'in de sıkıştırıldığı noktayı görmezden gelemedim yani. Günün sonunda, 'üçüncü alanlar' daki yaşam bile güllük gülistanlık değil.
Niye Kürtçe şarkıları az söyledin?
Kimliklerin ilksel değil yapısal olduğu düşünülürse, Çiğdem'e Kürt şarkıcı şeklinde yaklaşmak hem kuramsal hem de pratik açıdan son derece tartışmalı ve sorunlu olur kanımca. Hepsinden öte, Çiğdem Anadolu'daki diğer dillerin yanı sıra zaman zaman Kürtçe şarkılar da söylüyor fakat bunun sebebi Kürt olması değil. Bunu, "Rebetiko albümüm tüm komşu kültürlere geniş bir pencere açtığı için ikinci albümümde Kürtçe bir şarkı var" diyerek açıklıyor. Müzikal yeteneğini kültürel geçmişi ve aile geçmişiyle harmanlıyor ve şöyle diyor: "Alevi- Kürt bir aileden geliyorum, müzik her zaman mevcuttu Alevilikten kaynaklı. Her ortam bir saz, bir deyiş söyleme her zaman vardı. İlkokul yaşadığım bölgede İstanbul Nurtepe'deydi. Solcu, Alevilerin çoğunlukla yaşadığı bir yer." Doğal olarak ondan Kürtçe şarkılar ya da Alevi deyiş söylemesi beklenebilir ama o bunu yapmıyor. Neden yapmıyor? Daha önemli bir sorum, yapmalı mı?
Sırf bu yüzden Avrupa şehirlerindeki konserlerine giden Kürt diyaspora dinleyicilerin ona karşı takındığı ortak bir tutum var. Avrupa konserlerine ilişkin olarak şunları söylüyor: "Konserlerim boyunca tutturmam gereken daha önceden oluşmuş bir konser konsepti var. Rebetiko, İzmir, İstanbul, Atina şarkıları söylüyorum. Buna bir şekilde kent müziği diyebilirim. Fakat Kürt dinleyiciler konseptin dışında olan daha çok Kürtçe şarkılar dinlemek istiyorlar. Konser konseptinin dışına çıkmak bana profesyonel açıdan etik gelmiyor. Ama şu tepkiyle çok karşılaşıyorum. Neden az Kürtçe şarkı söyledin? Daha fazla Kürtçe şarkı söylesene". Elbette Türkiye'de yaşıyor olsaydı ondan ille de Kürtçe şarkı söylemesi beklenmezdi. Fakat diasporik alanlarda etnik kültürün canlılığını korumak için Çiğdem'den Avrupa'da Kürtçe söylemesi bekleniliyor.
Çiğdem'e kadınlardan genelde yapmaları istenildiği şekilde bir kimliği diğerine tercih etme isteğini geri çevirerek neden Rebetiko ya da Balkan müziği yaptığını sorduğumda, "çünkü yalnızca söylemekten keyif aldığım şarkıları söylemek istiyorum" diye yanıt veriyor. İngiltere'de yaptığı gibi neden İngilizce söylemediği sorulduğunda ise "Tereciye tere satamam ki ben. Ne yaptığım tabii ki önemli ama nasıl yaptığım daha da önemli" diyor. Aslına bakılırsa, Çiğdem'in müzik türü ve şarkı söylediği dillerdeki tercihi "kimlik" ve "benlik" sorununun nasıl ve nerede farklı anlaşılabildiğini gösteriyor ve önemli bir soru ortaya atıyor: Bizi biz yapan şey bize atfedilen anlam mı yoksa zamanla dönüşmeye müsaade ettiğimiz kişi mi?
Küresel-dijital çağda kendi kendini konumlandırma
Lacan ve Žižek gibi düşünürlerin teorileri bize toplumsal, kültürel ve psişik süreçlere ilişkin olarak "benlik" anlayışı için araçlar sağlıyor. İngiliz toplumbilimci Anthony Giddens "Modernite ve Bireysel Kimlik" (Modernity and Self-Identity) adlı kitabında daha iyi bir argüman oluşturur ve "benliğin refleksi bir projeye dönüştüğünü" (2) iddia eder. Geç-modern toplumların post-geleneksel düzeni bağlamında bireysel kimlik artık verili bir şey olarak görülmez, modernite ve küreselleşme tarafından etkilenen kişisel ve toplumsal değişikliğe dayanan bireyin refleksi faaliyetleriyle rutin olarak oluşturulması ve sürdürülmesi gereken bir şey olarak ortaya çıkar.
Giddens'ın analizinin ampirik yeterliliği sorgulanmasına rağmen, görüşleri geç-modern toplumların süregelen belirsizlik ve risklere karşın yeni bir öğrenme biçimi geliştirmek zorunda olmaları gerektirdiği fikrine katkı sağladı. Bu diasporada olmanın bir göçmen için– bu durumda Çiğdem – her zaman ve ille de mücadele etmesi gereken belirsizlikler ve riskler taşıdığını iddia etmiyor. Zira benliğin refleksi yapısı yalnızca "rahatsız edici durumlardan ya da tehditlerden oluşmuyor" aynı zamanda "uyarlanabilir tepkiler ve yeni girişimleri de harekete geçirebiliyor." (3) Çiğdem'in benzersiz sesini Avrupa'da "üçüncü alan" olarak Rebetiko'da ve Balkan müziğinde bulması ona değişen durumlara adapte olarak geleneğin ve kültürün zincirleri olmadan bireysel kimliğini inşa etme olanağı sağlıyor.
Bana kalırsa Çiğdem'in "benliğine" yönelik konumlandırmasını Giddens'ın teorileriyle illaki açıklamak gerekmiyor. Bununla birlikte gerek toplumun gerek benliğin "sürekli değiştiğine" şüphe yok, buna bağlı olarak kişinin biyografisi de sürekli olarak dış dünyada meydana gelen olaylarla birleşiyor ve Giddens'ın bir zamanlar benliğe ilişkin öne sürdüğü gibi devam eden "hikayeye" göre ayrılıyor. Bu durumda Çiğdem ne İngilizce ne de Kürt müzikal bağlamıyla ilişkilendirilmeyi tercih ediyor. Kendini uydurduğu 'üçüncü alanda' kendi hikayesini kendi benliğine göre baştan yaratıyor. Ona peki gerçekten kim olduğunu düşünüyorsun diye sorduğumda, Çiğdem kendine güvenerek ve üstüne basa basa, "Beni konserlerde sahneye çağırırlarken İstanbullu, Hackney'den gelen şarkıcı Çiğdem Aslan diyorlar ya, ha işte gerçekten ben oyum," diyor. Haksız mı?
1 Buradaki 'Üçüncü alan' (third space) teorisi Edward W. Soja tarafından bir terim olarak kavramsallaştırılsa da, Homi K. Bhabha'nın yorumuyla ilişkidir.
2 Anthony Giddens. Modernity and Self-Identity. 1991, s. 32.
3 Giddens. 1991: 13.
(EBG/AÖ)