Bana sorarsanız Türkiye'nin dünyada kötü yönetilen ülkeler sıralamasında ilk sıralarda yer almasının çeşitli nedenleri var. Bunlardan ilki elbette ülkenin içinde bulunduğu siyasi koşullar, daha doğrusu politik beceriksizliklerin toplamı.
Osmanlıdan günümüze tarih sayfalarında Türkiye denince hep geçmişe takılıp kalan, yaşamsal paranoyalar içerisinde yüzen, bu nedenle -bağışlanası bir tabirle-, hayata hep "arkasını" koruyarak bakan, geçirdiği biri "postmodern" dört darbe sonucunda çağdaşlarından en az 40 yıl geriye düşen bir ülke canlanıyor akıllarda.
"İstanbul'da yaşıyorum"
Yurtlarından, köylerinden, şehirlerinden edilen milyonlarca insanın kaçıp gittiği yerler hep büyük kentler oldu. Kimse merak etmesin. Herkesin bu "göç ettirmelerin" temel sebebini bildiği varsayımından hareketle Kürt sorunundan, devletin bu meseleye yaklaşımından falan bahsetmeyeceğim; köy boşaltmalardan, köy yakmalardan, işkencelerden, insan hakları ihlallerinden, özel timden, koruculuk sisteminden, Susurluk'tan, Şemdinli'den, son yılların revaçta adamı Yeşil'den, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da devletin yapması gereken ama bir türlü hayata geçirilmeyen yatırımlardan, eğitim ve sağlık sisteminin kötülüğünden...
Bu yazının konusu bir miktar had aşımına okuyucuyu maruz bırakacak olmanın bilinciyle "kentler" olacak. Zira uzmanlığım olmayan bir mevzuda kalem oynatacağım. Ama ne olursa olsun ben bir kentte, İstanbul'da yaşıyorum.
Bu nedenle de bir iki lakırdı etmeye herkes gibi beni de hakkım var. Dolayısıyla çarpık kentleşmenin sebep ve sonuçları ile şehir antropolojisine, kent kültürüne dair bir iki laf edip birkaç öneri ile noktayı koyacağım, çok uzatmadan.
Kent kültürü sadece mimariyle oluşmaz
"Dünya bir zamanlar hava ve toz bulutuydu" küstahlığına saplanıp kalmak istemiyorum ama değinmeden geçemeyeceğim. Türkler, bir zamanlar göçebe bir topluluktu. Tarihlerinin büyük bir bölümünde at üstünde bir coğrafyadan diğerine uzun yolculuklar yapmaya alışıktılar. Sonradan bir yerlere yerleşmeye başladılar. Kentler kurdular, yönettiler. İstanbul'u ele geçirdiler. Böylelikle Anadolu ve Bizans mirasının üzerine yeni bir katkı yapmaları bekleniyordu, Sinan sayesinde öyle de oldu.
Ancak zamanla bir kent kültürü yaratmanın sadece mimari ile olamayacağı ortaya çıktı. Zira, şehir sadece bina demek değil, bizatihi kültürdür. Bu kültürün yaratılabilmesi için kentlerin içinde yaşanabilir birer organizma olarak değerlendirilmesi gerekir.
Kent onu paylaşanların yardımına ihtiyaç duyar
Kent canlıdır, tıpkı inanlar ve hayvanlar gibidir. Kendine bir şehir estetiği yaratmanın yanı sıra içinde yaşayanların da ihtiyaçlarını azami ölçülerde karşılaması gerekir. Bunun için de kenti kullanan ve onu paylaşanların yardımına ihtiyaç duyar.
Bizim sokaklarında yürürken sürekli üzerine tükürdüğümüz, altyapısını her nedense bir türlü doğrultamadığımız, kaçak inşaat yapılmasına göz yumduğumuz, tarihi eserlerini korumadığımız, ulaşım olanaklarını sadece lastik tekerlekli araçlara mahkum kıldığımız kentimiz, aslında kendimize duyduğumuz saygının bir göstergesidir.
Göç etmiş kavimleri iki günde kentli yapamazsınız
Ancak uzun zaman göç etmekten bitap düşen Türk toplumu, yarım asırdır çeşitli yanlış politikalar sonucu İstanbul'a yığınak yapıyor. Dolayısıyla artık yerleşik yaşama geçmiş olmanın paniğiyle hem Türkler, hem de kente yerleşen Kürtler, Lazlar, Çerkezler, Boşnaklar ve niceleri çirkin binalar yapıp bir daha içinden çıkmamak üzere sabit hayata geçmenin telaşına tutuldular.
Dedim ya, uzun yıllar boyu göç etmiş kavimleri siz iki günde kentli yapamazsınız. O insanları apar topar yabancısı olduğu bir başka şehre getirirseniz intibak süreci elbette uzun sürer. Osmanlı döneminde Mimar Sinan ve talebeleri, Cumhuriyet döneminde ise bazı iyi mimarlar dışında yaratılan "sanat eseri" hüviyetli birkaç binayı saymazsak, bugün vapura binip denizden baktığımız İstanbul'a "kazulet" dememek mümkün değildir.
Araya bir iki şey daha sıkıştırıp hemen geri döneceğim. Türkiye'de Safranbolu, Cumalıkızık, Beypazarı gibi eser miktardaki küçük şehri dışında tutarsak, hangi kenti hem altyapısı hem de yaşam kültürü ile "çok güzel" diye betimleyebiliriz, bir düşünün. Bu soruyu bana sorsanız -Sinop bir istisnadır- "hiçbirini" diye yanıtlarım.
Bağıcılar'ın Güneydoğu'dan farkı yok
İstanbul'da ise Türkiye nüfusunun neredeyse dörtte biri yaşıyor. Hakikaten içinden deniz geçen bu dünyanın biricik kentine yazık oldu. Onun hiç hak etmediği bir muameleye maruz bırakıldığını, trafiğini, keşmekeşini, asayiş sorunlarını hepimiz biliyoruz. Yeni gelenlerin kendi kentlerini, köylerini, buradaki yaşam koşullarının aynısını taşımaya çalışmaları bir vaka.
Örneğin Bağcılar'a gitmeyeniniz varsa, bir gün uğrasın. Sonra daha önce gittiyse eğer, Şırnak ya da Cizre ile mukayese etsin. Aradaki benzerlik şaşırtıcıdır. Tüm olanakları elinden alınmış, yıllardır bir sorun yumağının ortasında yaşayan Cizreliler'in içinde yaşamak zorunda kaldıkları binaların daha kötülerinin yapıldığı Bağcılar'daki yaşam koşullarının güneydoğudan hiç bir farkı olmadığı görülecektir. Siz hiç Bağcılar'a gitmemiş olabilirsiniz. Ama Bağcılar'da da daha denizi görmeyen kadın ve çocuklar olduğunu da söylemeliyim.
Gerek ekonomik, gerekse politik sebeplerle olsun buraya göç edip gelmek zorunda kalan insanların iyi ve altyapısı hazırlanmış konularda doğru dürüst yaşama haklarını onlara vermeyen devlet iradesi ve yerel yönetim mantığı çoktan sınıfta kalmıştır.
"Yedi tepeye yedi tünel"
Türkiye'de zaten iktidarsız ve ufuksuz hükümetlerin beceriksizlikleri yüzünden bugünkü bildik hale gelen İstanbul'a son üç yıldır ne yaptığı bir türlü anlaşılamayan bir belediye yönetimi musallat oldu.
Göze çarpan en ufak bir başarısı olmayan yerel yönetim şimdilerde uçuk fikirlerle karşımıza çıkıyor. "Yedi tepeye yedi tünel" kazmak için harekete geçecek, otomobil trafiğini rahatlatacakmış. "Madem o kadar para var, metro yap, trafik sorununu kökünden çöz" demek geliyor insanın içinden.
Ama doktoralı mimarların bile ufkunun bu kadar olduğu İstanbul'da, başbakan ruhsatsız olduğu savlanan bir yapıda yaşıyorsa, Maliye Bakanı'nın iktidara geldikten sonra yaptırdığı villalar kaçaksa, balık baştan kokar, imam gaz kaçırırsa...
Topbaş'ın "bilim kurgu" projeleri
İstanbul'a 116 çözüm diye ortaya çıkan Kadir Topbaş'a bir öneri de ben sunacağım. Hemen hiçbiri raylı sistem önermeyen, mesela Haydarpaşa Numune Hastanesi'nin yeni binasının yapılacağı araziye kavşak konduracak bu ufuksuz çözümler İstanbul'a yarar sağlamayacak, ama ne gam.
Biliyorsunuz başbakan Erdoğan İstanbullu. Burada anakent belediye başkanlığı da yaptı. Kent bilincine sahip olup olmadığını her yerde kendisiyle tartışırım. Üsküdar'da sahip olduğu çirkin apartman katının dışına, camlı çelik konstrüksiyon yaptıracak kadar da tuhaf zevklere sahip olduğunu düşünüyorum onun.
Yani kent estetiği ona göre değil. Hadi bunu anladık. Ama Kadir Topbaş İstanbul trafiğini rahatlatacağım diye "bilim kurgu" projeler yazmaya çalışıp adeta yırtınırken, başbakan haftanın üç günü İstanbul'a geliyor, o geldiğinde zaten cehennem gibi kalabalık olan yollar kapatılıyor.
Örneğin geçen gün Haseki Hastanesi'nin yeni binasının açılışını yapmak üzere İstanbul'a gelen başakan sebebini bilmediğim bir nedenle tam beş saat burada kaldı. Tabii yanında da aslında işinin başında olması gereken İstanbul valisi, belediye başkanı, emniyet müdürü vs...
Referandum yapılsın
Ve ne yaptılar biliyor musunuz? Haseki Hastanesi'nin önünden geçen yolu tam üç saat trafiğe kapattılar. İstanbul'un ana damarlarından birini; Aksaray-Çapa-Topkapı-Cevizlibağ-Ataköy arasındaki yol onca saat kapalı kaldı. Peki ne oldu? Trafiğin aldığı hali bir düşünün. Yollar kilitlendi, İstanbullu o gün gitmesi gereken mesafeyi en aşağı üç-dört saatte gitti. Milyonlarca kişi başbakanın güvenliğine kurban edildi. Bu arada sayın Erdoğan memlekete hizmet ediyordu!
Neyse Topbaş'a önerim şudur... Bir referandum yapılsın. Pazar günleri hariç başbakanın İstanbul'a gelmesini yasaklamak gerektiğini oya sunalım. Başbakanın iki günde bir gelmesini engelleyelim, siz de abuk sabuk tüneller kazmaktan vazgeçin. Bu da benim size 117'inci çözüm önerim olsun... (TEB/KÖ)