Dört Ayaklı Belediye: İstanbul’un Sokak Köpekleri sergisinde Osmanlı döneminin köpekleri ile ilgili fotoğraflar, seyahatnameler, dergiler ve gravürler yer alıyor.
Serginin küratörü Ekrem Işın’ın sözlerine göre Osmanlı toplumunda köpekler insanların bir bakıma vicdanlarını temsil ediyordu.
Serginin danışmanlığını üstlenen ise Catherine Pinquet ise “Bir hayvan için neden bu kadar lakırdı?” sorusunu “Çünkü onların özgürlüğü benim özgürlüğümün teminatıdır” diye cevaplandırdı.
İstanbul’da yaşayan köpeklerin şehir sakinleriyle olan ilişkisi Tanzimat öncesinde bugünkünden hayli farklıydı. İslam inancı etkisiyle köpekleri evlerinde beslemeyi tercih etmeyen insanlar, köpeklerin sokaklarda yaşamalarına müdahale etmemiş ve onları birer “mahalle sakini” olarak kabul etmişlerdi. Halk, evsiz köpeklere kendi imkânlarıyla yuva ve barınaklar yapıp onları besliyordu. Bunda köpeklerin “dört ayaklı belediye” işlevini görmesinin de büyük bir etkisi vardı. Bu durumu Helmut von Moltke şu sözlerle ifade ediyor:
“Evlerde asla köpek bulunmaz, fakat sokaklarda bu sahipsiz hayvanlardan binlercesi fırıncıların, kasapların sadakalarıyla ve aynı zamanda kendi emekleriyle yaşarlar; çünkü köpekler burada temizlik memurlarının görevini hemen hemen tamamıyla üzerlerine almışlardır…”
1909 yılında Avrupa’da yayımlanmış bir kitapta ise şu cümleler yer almakta: "[Köpeklerin] en çok sevildiği ülke hangisidir? Türkiye. Orada onların hepsine uygun olup olmadığına bakmaksızın yemek veriliyor. Hamile dişi sokak köpeklerine doğum yapmaları için evlerin önünde ot veya samandan yatacak yer hazırlanıyor. Camiden çıkıldığında, onlara özel olarak yapılmış peksimet dağıtılıyor. İstanbul'da kendilerini barındırma hakları meşhurdur.”
Modernleşme ile gelen köpek itlafları
Osmanlı dönemindeki modernleşme hareketleri ile İstanbul halkı ve köpekleri arasındaki bu uyumlu ortak yaşam şekli bozulmaya başladı. Bunda Batılı devletlerin köpekleri “yoksulluk, derbederlik, kısacası Şarklılık” göstergesi olarak kabul etmesi etkili oldu.
II. Mahmut dönemiyle (1808-1839) başlayan köpeklerin şehirden sürgünü, 1910’da İstanbul Pasteur Enstitüsü Müdürü Dr. Remlinger’in hazırladığı raporun etkisiyle birlikte daha büyük bir itlafa dönüştü.
Köpeklerin yağ, kıl, kemik gibi bölümlerinden ekonomik fayda sağlanması ve bundan elde edilecek gelirlerle hayır işlerinde kullanılacak kârın arttırılmasın amaçlandı. Bu nedenle bir gaz borusuna bağlanan hava geçirmez odaların yer aldığı tesisler kuruldu ve 80 bine yakın köpek ekonomik nedenlerde öldürüldü. Bunlara Hayırsızada’ya sürgün edilen köpekler de dâhildi.
Pierre Loti, Hayırsızada’da köpeklerin durumunu şu sözlerle dile getiriyordu: “Hayırsızada, Marmara’nın ortasında içecek bir damla su bulunmayan ıssız bir kaya parçasıdır; çılgınlık içinde birbirlerini parçalayıp yiyen köpekler orada yavaş yavaş açlıktan susuzluktan ölmüşler. Denizde, adanın yakınından geçenler olduğunda hep birden kıyıya iniyorlarmış ve iç parçalayan ulumaları işitiliyormuş; bu iki ay sürmüş, kayıkları, insanları daha uzaktan görür görmez safça yardım istemeye geliyorlarmış.”
Pierre Loti’nin notlarına göre halk, genel olarak köpek itlafı sürecine destek vermeyi tercih etmedi. Hatta birçoğunu evlerinde gizlediler. Dönemin Osmanlı yetkilileri bu iş için serserileri ve haydutları görevlendirdi.
Alphonse de Lamartine İstanbul ahalisi ve köpeklerin birlikte yaşadığı o mutlu zamanları “Türkler canlı cansız bütün yaratıklarla barış içinde yaşıyorlar; ister ağaçlar ister kuşlar ya da köpekler olsun, tanrının yarattığı her şeye saygı gösteriyorlar; hayırseverlikleri bizde terk edilen ya da zulüm gören bu zavallı türleri de kucaklıyor. Bütün sokaklarda yer alan mahallenin köpekleri için su dolu kaplar var” şeklinde ifade ediyor.
19. yüzyıldan 20. yüzyıla uzanan köpek itlafları ile ilgili olan Dört Ayaklı Belediye: İstanbul’un Sokak Köpekleri sergisi 11 Mart 2017 tarihine kadar Beyoğlu Tepebaşı’ndaki İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nde Pazar günleri hariç gezilebilir. (ŞP/MG/YY)