Fotoğraf: Evrim Kepenek/bianet
İnsanın elinden her şey alınabilir, bir şey dışında; hangi, şart, koşul altında olursa olsun insanın kendi tutum, davranış ve duruşunu seçebilmesi.
İnsanın Anlam Arayışı | Viktor Emil Frankl
Bugünlerde Türkiye’ye baktığımda bu cümleyi sıklıkla anımsıyorum. Koyulaşan, ağırlaşan Milliyetçi-Muhafazakar mutabakatın kullandığı sözlü, sözsüz şiddet dili, ülkenin yurttaşlarını dar alana sıkıştırması ve kadın hareketi ve LGBTIQ+’lar tarafından oluşturulan direnç bana bu cümleyi anımsatıyor. Boğucu iklim gündelik hayatın olağan akışında kullanılan kelimelerden başlayarak kapsama alanını genişletiyor.
Evrensel anlamları “yerli ve milli” olan ile değiştirme ve/veya içeriği boşaltma alışkanlığı ve bu alışkanlığın yönetim biçiminden, Korona önlemlerine, ekonomiden, kanunlara, uluslararası sözleşmelere kadar her alanda ısrarla yerleştirilmeye çalışılması. Makamlar, yetkiler, usuller evrensel anlamlarıyla değil değerini iktidar sahiplerinin belirlediği ve bu konuda herhangi bir objektif gösterge bulunmayan biçimlerle sürdürüyor.
Denge denetleme ortadan kalktığı, basının çok büyük oranda hükümet bültenine döndüğü yerde imitasyon bir hakikat yaratılıp belletilmeye çalışılıyor. İstanbul Sözleşmesi de hükümet tarafından hızlıca “dışarıdan” gelen ilan edildi ve yerine “yerli ve milli” bir sözleşme hazırlanacağı söylentisiyle sözleşmeden geri çekilmeye dair beyan geçtiğimiz haftalarda Resmi Gazetede yayınlandı.
Sanırım hikayenin bu kısmını oluşturan antagonist ve/veya antagonistleri sıklıkla sizler de okuyorsunuz. Oysa Türkiye hikayesinin bir de protagonistleri var. 20 yıllık kesintisiz iktidarın kendisini “sınırsız, hudutsuz” muktedir hissetmemesini sağlayan, demokrasiyi, çoğulculuğu hatırlatan çok renkli, çok dilli ve çok sesli bir muhalif hareketlilik var.
Bu muhalif hareketliliğin büyük çoğunluğu Gezi Parkı direnişinden sonra sokaktan çekilerek mücadelelerini farklı zeminlerde sürdürmeye devam etti. Ancak sokak dahil olmak üzere her platformda ısrarlı mücadelesini sürdürenler kadınlar, LGBTIQ+’lar, feministler var. İstanbul Sözleşmesi de iktidar açısından tam bu noktada devreye giriyor.
Bir arpa boyu yol alamayanlar ve koşar adım kadın hareketi
Türkiye kadın hareketi her geçen gün rengine renk, sesine ses katarak büyüyor. Kadınlar diğer kimlikleriyle beraber bu eşitlik mücadelesine dahil oluyor. Kadınlar erkek şiddetinin dil, din, ırk, ekonomik/kültürel sınıf, eğitim ve yaş tanımadığını çoktandır biliyor.
Bu haliyle kadın hareketi nerdeyse birbirinin aynı nobran, kavgacı, tek sesli, tek renkli, incelikten, yaratıcılıktan, problem çözme yeteneğinden ve derinlikten yoksun, statükocu ve kendisini çoğunluk gibi sunan milliyetçi-muhafazakar bloğun (bloğun kamudan aldığı destek son anketlerde yüzde 35- yüzde 40 arasında görünüyor) karşısında herkese alan oluşturan dev bir gökkuşağı olarak şemsiyesini açıyor.
Bu renkli, aktif, çözüm odaklı mücadele uzunca bir süredir iktidar bloğu için “sıkıntı” oluşturuyordu. Haklılığını hakikatten alan böl-parçala-yönet işlemeyen bu mücadele ile baş etmenin yolunu kadınlara ve şiddet mağduru olan bireylere temel yaşam güvencesi sunan sözleşmeyi ortadan kaldırmak olarak gören vahim bir düşünce ile karşı karşıyayız.
Türkiye sözleşmeden çekildi diyebilir miyiz? Bir gece vakti, bir siyasi partinin genel başkanı ve aynı zamanda Cumhurbaşkanı olan bir erkek sözleşmeden çekilme arzusunu Resmi Gazete aracılığıyla ilan etti. Bu şekilde ifade etmek ve ayrımı görünür kılmak istiyorum zira Türkiye’de yaşayan insanların beyanına kulak verilirse başka bir arzuyu duyabiliriz.
Metropol araştırma şirketinin, 'Türkiye’nin Nabzı Temmuz 2020' araştırmasında İstanbul Sözleşmesi’nden haberdar olan %53,2 oranındaki seçmene "Hükûmetin İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmesini onaylıyor musunuz?" sorusu yöneltildi ve araştırmaya katılanların yüzde 63,6'sı çekilmeyi onaylamadığını belirtirken, AKP seçmeninde bu oran yüzde 49,7 olarak gerçekleşti.
Peki sözleşmeye destek bu kadar yüksekken bu hamle nasıl yapılabildi?
Kadın hareketini düşmanlaştıramayan iktidar bloğu homofobiyi canlandırıp diri tutarak LGBTIQ+’ları hedefe yerleştirdi. Sözleşmede cinsel yönelim-cinsiyet kimliği ifadeleri geçiyordu, o zaman bu sözleşme “yerli ve milli” değildi, zira Türkiye’de eşcinsel ve trans insanlar yoktu, onlar dışarıdan bir yerlerden gelmişti, sözleşme bu “sapıklığı” meşrulaştırıyor hatta özendiriyordu. Bir süredir bir başka mücadele alanı olan Boğaziçi Üniversitesi’nde direnen öğrencilerin de ellerinde gördüğümüz gökkuşağı bayrağı ve onun temsil ettiği yönelimler sistematik olarak hedef gösterilmeye başlandı.
“Boğaziçi Üniversitesi’nde Kabe-i Muazzama’ya yapılan saygısızlığı gerçekleştiren 4 LGBT sapkını gözaltına alındı"
Ocak 2021 – İçişleri Bakanı Süleyman Soylu – Resmi Twitter hesabı
İstanbul Sözleşmesi’ne dair kararın yayınlanmasına kadar geçen süreçte en yüksek makamlardan en yüksek perde bu ayrımlar dillendirilmeye devam edildi.
“Ailenin direği annedir anne. Bu lezbiyenlerin söylediklerine takılmayalım biz analarımıza bakalım. Bu annelerimizle birlikte geleceğe emin adımlarla yürüyeceğiz."
Şubat 2021 – Akp Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan İl kadın kolları kongresi
Bu homofobik gerekçenin yanı sıra sözleşmeden geri adım atılmasını meşru göstermek için öne sürülen diğer gerekçeler şöyle;
+ kadının beyanı esastır erkekleri mağdur etmiştir
+ sözleşme zaten uygulanmıyordu
+ sözleşme yüzünden boşanmalar arttı
+ sözleşme sonrası kadın cinayetleri arttı
bu argümanların bir kısmının olgusal dayanağı yok, diğer bir kısmı ise sözleşme koşullarını imzalandığı 2011 yılı dışında uygulamamak için elinden gelen bütün çabayı gösteren hükümetin sorumluluğunda.
Şimdi “yerli ve milli” olmadığını iddia ettikleri bu sözleşmeyi neden imzalamışlardı?
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde (AİHM) Türkiye’nin mahkumiyet aldığı Nahide Opuz Davası nedeniyle imzalanmıştı. 2009 yılında, İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanmasından iki yıl kadar önce Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) sonuçlanan bir dava bu. Türkiye devletini, yedi yıl boyunca savcılığa şikâyette bulunup durmasına rağmen aile içi şiddetten koruyamadığı Nahide Opuz’a tazminat ödemeye mahkûm eden bir karar çıkmış.
Mahkeme tarihinde ilk defa bir devlet aleyhine bu gerekçeyle verilmiş bir karar. Bu karar, Türkiye’nin ‘resmî makamlarını,’ bu sözleşmeyi ilk imzalayan hatta o aralar bu konudaki öncülüğüyle övünen devlet olmaya iten bir saik oldu. Sözleşme 24 Kasım 2011'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde 247 vekilden 246’sının kabul oyu, 1 vekilin çekimser oy vermesi ile sözleşmeyi uygun bulan 6251 sayılı kanunu "onaylayarak", parlamentosundan geçiren ilk ülke olmuştur.
Bakmayın Cumhurbaşkanı’nın “nasıl girdiysek öyle çıkarız” demesine zira nasıl girildiyse öyle çıkılmadı. 20 Mart tarihinde Deutsche Welle’nin “Cumhurbaşkanı’nın bir karar ile bu sözleşmeyi feshetmesi mümkün mü?” sorusunu yönelttiği Anayasa Profesörü Serap Yazıcı, "Hayır" yanıtını veriyor.
Yazıcı, bunun gerekçesini ‘yetkide ve usülde paralellik’ ilkesine bağlayarak,açıklıyor. Bu ne anlama geliyor? Bir işlemi yapmaya yetkili olan organ, o işlemi geri almaya da yetkilidir. Bir işlemi yaparken hangi usül kuralına uyuyorsanız, aynı usül kuralına uyarak onu geri alabilirsiniz. Hukuki olarak İstanbul Sözleşmesi’ni onaylayan Türkiye Büyük Millet Meclisi sözleşmeden çıkış onayını da vermesi gereken kurum olarak görünüyor.
Sözleşmenin imzalanmasından tam on yıl sonra hükümet başladığı noktanın da gerisine düşmüş görünüyor.
İmistasyon Homofobi
Çerçevesini yalnızca kendilerinin belirlediği bir “hane”ye 80 milyon yurttaşı sıkıştırmaya çalışan bunu yaparken kaba kuvveti kullanmaktan imtina etmeyen ve iddia ettikleri üzere aslında çoğunluk da olmayan bir grubun dayatmalarına karşı çıkan, gücünü her anlamda çeşitliliğinden alan kadın ve LGBTIQ+ hareketi ilk günden itibaren farklı yöntemleri kullanarak İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasına karşı direnişine başladı.
Hükümet tarafından sistematik şekilde dolaşıma sokulan ve köpürtülmeye çalışılan imitasyon homofobi İstanbul Sözleşmesi ile ilgili her eylemde sıkça görülen gökkuşağı bayraklarıyla, trans bayraklarıyla gereken cevabı alıyor. Bu yapay nefret toplumun geneli tarafından da benimsenmiş görünmüyor.
Gökkuşağı bayrakları sanki “suç unsuruymuş” gibi her eylemde toplanmaya çalışılıyor lakin nafile bir çaba olarak kalıyor. Bir gökkuşağı bayrağı “gözaltına” alınıyor yerine yenileri açılıyor. Kadın örgütleri tarafından yapılan açıklamalar LGBTIQ+ bireyleri de net bir şekilde kapsıyor ve İstanbul Sözleşmesi’nin bu anlamdaki kapsayıcılığına vurgu yapılıyor. Sokak eylemlilikleri devam ediyor.
Her türlü sosyal platform toplumun geneline ulaşabilmek için kullanılıyor. Bu dinamik hareketliliğe karşı nefret söylemi, gözaltılar ve polis şiddeti devam ediyor. Kadınlar ve LGBTIQ+’lar karşılaştıkları tüm zorluklara rağmen Türkiye’de hakikatlerini konuşmaya, İstanbul Sözleşmesini ve demokrasiyi savunmaya devam ediyor.
Bunu yaparken de onları karşı karşıya getirme çabalarını boşa çıkarıyorlar ve “ya hep beraber, ya hiç birimiz” demeye devam ediyorlar.
Ne feminist vs. LGBTIQ+ ayrıştırması işliyor, ne de seküler vs. dindar. Boğaziçi Üniversitesi direnişinde yer alan inançlı Müslüman gençlerin ve kadın hareketi içinde yer alan feminist Müslümanların LGBTIQ+ların ötekileştirilmesine, düşmanlaştırılmasına karşı ses çıkarmaları bize başka bir gelecek fısıldıyor. Haberi aldığımız o gece yaşadığımız bir kısım negatif duygu hemen akabinde daha da güçlü bir direnişe evrildi. Türkiye kadın ve LGBTIQ+ hareketi dönüşmeye ve dönüştürmeye devam ediyor. Mutlakiyetini dayatan otorite kadınlar ve LGBTIQ+’lar tarafından demokratik teammüller yoluyla sürekli sarsılıyor.
Peki bu yazıyı okuyan sizler ne yapabilirsiniz?
Kulağınızı, gözünüzü, kalbinizi makam sahiplerine değil Türkiye’nin çok sesli, renkli, dilli, inançlı, coşkulu muhalefetine, kadın hareketine ve LGBTIQ+ hareketine çevirebilirsiniz. Onların sözünü, direnişini, umudunu çoğaltabilirsiniz. Türkiye, yıllardır devam eden tekçi dayatmaya rağmen bugün daha da çok sesli, daha da renkli ve daha bir arada.
(NEC/EMK)
*Yazının Almancası, Tagesspiegel'de yayımlandı.